5 Ekim 2010 Salı

Şarap

*Bayan
-Bay

*Oturmuştu soğuk evinde. Hep ona soğuk gelirdi zaten. Üşürdü. Hiç ısınmazdı küçücük elleri, ayakları. Şömineyi yaktı her zaman ki gibi. Onun hakkında yazdığında hep bunu yapardı. Onun verdiği ısıyı versin diye. Odanın ortasındaki yemek masasına oturdu. Ev zaten küçüktü. Aynı onun elleri gibi. Yeni odun atmasına rağmen şarabını alıp masanın başına oturuncaya kadar sıcaklık yüzüne vuruyordu. Eski kağıtları çıkardı. Bunlar özeldi, onun içindi. Onun gibi eskiydiler. Onun kadar geride kalmış bir o kadar özel. Daldı ateşe, uzun uzun alevlerle bakıştı. Onun gözlerini görünceye kadar bakıştı. Sonra bir damla yaş bu hasır kağıtlara damladı her zaman ki gibi. İlham gelmişti işte.. Bir damla yaş!
Yazdıkları da gözlerinden dökülen gözyaşları gibi döküldü dilinden kalemine, oradan da kağıda sanki onu yaşarmış gibi. Evet, bu yaşamaydı işte. Gerçek his buydu.
Ateşin sıcaklığında o vardı. Tenini ısıtan onun teniydi. Gözlerindeki alev aşktı işte. Onun aşkıydı. Gözyaşları… Gözyaşları dilinden Onun yüzüne söyleyemediği sözlerdi, kağıda akması gibi. Onun için yazdıkları da öyle. Kalbinin bir yansımasıydılar. Bu kadar sene kalbinde saklı bir bahçe. Özene bezene baktığı çiçekler duygularıydı. Oda o bahçenin en güzel çiçeği. Ya da en yabanisi evet evet yabani! Papatyasıydı onun. Sıradan işte. Beyaz taçlı, kendi güzelliği temizliği ile sarı ortalı güzel papatyası.
Bunları yazarken şarabının bittiğini fark etti. Ancak o zaman fark etmişti dışarıda gök gürlediğini, gözyaşları gibi yağdığını duraksız. Küçük mahzenine indi aşağıya. Soğuk hava onun dudakları gibi çarptı, karşıladı onu. Nefesi kesildi. Onsuz neden böyleydi? Söyleyememişti bunları ona.. şarabını aldı nadir eski Petruslardandı. Oda severdi, karşılıklı içme fırsatı olmuştu sonrası da olmuştu ama…
Bütün gece şarap içmişler ve onun yazmasını izlemişti nefesi kesik bir biçimde ve sonrası ona acı vermişti.
Odaya girdi bu seferde sıcaklık O’nun teni gibiydi. Sarılması gibi.*




-Onun küçüğü. Çok sevmişti onu. Çok! Neden yalnız bırakmıştı, neden gitme diyememişti, neden sevdiğini söyleyememişti. Her an onu yaşıyordu. Sıcakta, soğukta o aklına geliyordu. Plağında, bilgisayarında, yatağında, teninde, saçında, evinde o vardı. Ama bir kere bile sarılamamıştı ona doya doya. İçtiği, şarap bardağı seneler öncesinden karşısındaydı. Ruj izi de dahil. Kırmızı ruju. Toz olmuş, parmak izleri olan bir bardak. Plağının yanındaydı. Ne el değdirirdi ne de kendi dokunurdu. Sadece bakardı. Aşkıydı o bardak. Yazdıkları ve o bardak aşkının kanıtıydı. Yazdıkları değildi aslında, bir defa yazdı onun için. “O gece” birlikte karşılıklı şarap içtikleri gece. Kırmızı şarap ve onun kırmızı ruju. Aklından silinmeyen kare.. kırmızı dudakların şarapla öpüşmesi. O şarap olup içine akmıştı. Damarlarında dolaşmıştı, kalbine gitmişti. Kalbinde kendini aramıştı ve kendini bırakmıştı. O gece neden reddetmişti o kırmızı dudakları, neden sevişmemişti onlarla. Aşkla öpüp durmuştu. Tenine dokunamamıştı. Elini yanaklarına götürüp kalamamıştı öyle. Dokunamamıştı soğuk yanaklarına.
Ellerine dokunmuştu ama. O minik elleri. Kırmızı ojeleri. Kimi yerde harika kimi yerde soyulmuş. Isıtmıştı ellerini. Sımsıkı tutmuştu. Öpmüştü şarap dudaklarından ama sonra gitmişti karanlığa gitmişti. Sonra onun her yüzüne baktığında dudakları yanmış kendine karşı koymaya çalışmıştı. Onun gitmesine izin vermişti. Uzaklara.. Çokta değil. Birkaç yüz bin mil uzağa. Biliyordu. Onsuz yapamıyordu o da kendiside. Dur dememişti. Arkasından bakmıştı giderken yalnızca. Herkesi öptükten sonra kendisine geldiğinde yüzüne gülümseyip elini sıkmasına izin vermişti. Şimdi o, onsuz senelerdir yalnızdı orada. Hep yağmurlu kasabada.
Şimdi neden bunları diyordu? O gece yazdığı yazıyı bulmuştu çünkü. Hasır bir eski kağıda karşısında o kırmızı rujlu dudaklar varken. Cümlelerini okurken gözyaşları süzüldü. “ o kırmızı ruj benim, tırnaklarındaki kırmızı oje, yudumladığın kırmızı şarap, damarlarında dolaşan kan benim. Dudaklarından kalbine akmak istiyorum. Benimle kal istiyorum.elimi tut ve hep öyle kal. Sana bağlanıyorum…
Hatırladı, bunu yazdıktan sonra kalkmış onu da kaldırmış onun şarkısını açmıştı. Dansa kaldırmış, o kollarında omuzlarına dayanmış gözleri kapalı dans ederken, onun başını kaldırmış o kırmızı rujundan öpmüştü. Ruju yoktu. Şaraptan incelmiş ruj dudaklarında tamamen kaybolmuştu öpüşüyle. Yalnızca dudakları vardı, çıplaktı, üzerinde bir örtü yoktu. Her hattını hissetti dudaklarının, elini tuttu. Ve sonra kendi evinden çıktı. Onun gitmesini bekledi. Ama o gitmedi orada kaldı. Onun yatağında yattı. Kırmızı rujlusu onun yatağındaydı. Ağlamış, siyah rimelleri akmıştı. Çok belliydi, eve geldiğinde karşısına bir sandalye çekip sabaha kadar izlemişti onu. Kırmızı dudaklarını, kendi kadar kırmızı dudakları. Yine aynı sayfada şunları buldu. “ Uyurken ne kadar da anlamlısın. Kırmızı rujun yok, rimellerin yok, çıplaksın. Beni bekliyorsun. Kalbin, ruhun bana yalvarıyor. Dudakların bana bağırıyor çığlık çığlığa ama gelmeyeceğim, gelemem…” sonra sabahın ilk ışıklarıyla ondan önce uyanmış baş ucuna bir kırmızı gül koyup evden çıkmıştı.
Geldiğinde yoktu gülüyle birlikte ve bir ay içinde de gitmişti ondan uzaklara. O bir ayda hiç aramadı onu. Bütün aramalarını cevapsız bıraktı. Gönderdiği mailleri gözyaşlarıyla okuyup silmişti bir daha ağlamamak için. Onunla mutlu olabilirdi. Her gece karşılıklı şarap içip dudaklarıyla sevişebilirdi. Ama o gitmesine izin verdi.
Elinde tuttuğu kırmızı rujlu bardağı fırlattı masaya doğru. Parçaları hasır kağıdına dağılmıştı.




*Oturdu sandalyesine, şarabından bir yudum aldı. Ateşe baktı yine onsuz bir gün daha geçiriyordu. Cevapsız çağrılar, cevapsız mailler.. Sadece giderken bir gülümseme.
Dışarıda gök gürüldedi. İrkildi birden. Kırmızı battaniyesini almak için içeri gitti. Geldiğinde yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Sarındı onunla, bir cam kutuda sakladığı gülüne gözü takıldı. Gitti ona doğru, şöminenin üzerinde cam bir kutunun içerisindeydi. Tek bir gül.. Rengi kırmızıdan bordoya dönmüştü. Soğuktan soğuyan dudaklarına benziyordu.
Kapının çalınmasıyla birden irkildi. Cam kutuyu elinden düşürdü. Parçalar ayağına gelmişti. Parmak arası terliğinden ve çoraplarından hemen kurtuldu. Hem üşümenin verdiği ayaklarının buz kesmesiyle hem de kapının çalınmasının verdiği bir sinirle parmak uçlarında koşarak gitti kapıya. Tek derdi kırık parçalar arasından gülünü sağ salim çıkartmasıydı. Kapıyı açtı üzerinde kırmızı battaniyesi parmak uçlarında, yalın ayak parmaklarındaki kırmızı ojeleriyle.


Karşısındaydı. Sırılsıklam karşısındaydı. Yağmurdan ve bahçenin girişindeki motordan olsa gerek her tarafı ıslaktı ve ağzından şu sözler döküldü. “ Sana bağlanıyorum.” Bundan sona öptü bordo dudaklarından romantik adam. Soluksuz öptü. Kırmızı ojelide onu aynı aşkla battaniyesine sararak içeri aldı. Kalbine aldı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder