21 Aralık 2010 Salı

Dumandaki Deli

Ah bu hayat var ya bu hayat, deli ediyor adamı. İnsanın kendisini anlaması zorlaşıyor.
Bu iğrenç dünyaya gelirken aklımızda ne var bilmiyorum ama benim bu iğrenç yere gelirken aklımı biraz rahatlatmak gerektiği vardı. Nerde miyim?
İçtiğim sigaranın yüzlerce katı iğrenç bir hava var ortamda yani dünyada. İğrenç bir sis var. –ki bu yüzden insanların gerçek yüzünü göremiyorum.- Sigaranın dumanından daha çok yakıyor gözlerimi. Rahatlamak için gelmiştim buraya, evet. Karşımda ise – aslında ben tam ortasındayım- aynı yapmacık, yapma insanlar gibi suni bir gölet var. Tam ortasındayım aynı bu iğrenç hayat gibi. İğrenç su sesleri içerisinde, kafamı rahatlatabilmek için yazıyorum burada. Yalnız.
Bu huzur veriyor bana. Belli ki bu iğrençlik üzüyor beni ya da mutlu ediyor.
Bıktım üzülmekten, hiç üzülmesem diyorum hayatın daha mı anlamı çıkar. Ama ağlamak gülmek gibi, gülmek gibi ağlamak. Sadece can acıtıyor. Gülerken de aslında insanın karnına ağrı saplanmaz mı? Gülmekte acı verir. O zaman aynı şeyler. Aynı duygular. Birinde kahkahalar yankılanırken birinde gözyaşları, hıçkırıklar.
Silah sesleri gibi sesler duyuyorum. Bir taraftan gelip diğer tarafımda yankılanıyorlar. Biri başıma isabet etse diyorum ama maazallah gelir falan. Daha doyasıya yaşamadan hayatı.
Gelirken kuruyorum kafamda bu iğrenç yere, ne yazacağım diye. Ne yapacağım diye. Markete gidiyorum önce Marlboro white’tan üç tane vardı, az diyorum. Şu Marlboro gri paketten verir misin diyorum. Umursamıyorum adını, o gri şeyden işte. Sonra adını öğreniyorum. “Marlboro special” Daha önce içtiğim için almıştım zaten. Yeni şeyler denemiyorum. Sigarama yansıtmıyorum hayatımı. Yeni şeyler denememi. Gerçi ne zaman yenilik denedim ki. Marlboro aslında yeni bir seçim, eskiden Camel içiyordum.
Camel’a mı başlasam diye düşünüyorum ama Marlboro daha iyi.
Dolunay var bu arada. Yusyuvarlak. Dünyanın yansımasını görebiliyorum. Ama benim yansımam yok ya da bir başkasının ki yok.
Ne diyordum? Şu göletten bahsedelim biraz.suni, yapma, doldurma gölet. Aynı arkadaşlıklar gibi yalan. Fıskiyelerden gelen ses bir yerden akan suya benzemiyor. Polonya da geceleri hep duyduğumuz esrarengiz su sesi değil bu. Yapma bir ses. Yapma sisli bir hava. Yapma bir dolunay.
Burada mutlu değilim.  Hiç mi dersen, bilemiyorum. Böyle yalnızım hep. Delirdiğimi hissetmek acı verici. Diğerleri benden daha deli ama farkında değiller. Ben deli olduklarının farkındayım. Yalancı olduklarının da. Yalanlar.. buradaki hayat yalan. Ben ise hepsinin farkında olan bir deliyim. Haklı olan bir deli. Farkında olan, herkese anlatabilen fakat insanların çıkarlarına ters düştüğü için yalanladıkları gerçekleri gören bir deliyim.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Sen


 Kalbim, sen. Sen üzerime sinmiş sigara kokum. Sen dokunuşum. Sen kağıda akan düşüncem. Sen içtiği içkim, boğazımdan mideme akan. Orada hoş bir kelebeklerin uçtuğu hissini uyandıran. Başıma vuran baş ağrımsın. En güzel ağrısın. İçki olmandan olsa gerek. Sen var olabilmek belki de. Hayata bir açıdan baktığım edebi gözüm. En iyi edebi karaktersin kalbime işlemiş ve ele geçirmeye çalışan. Sen, seni bekleyişimsin. Sana duyduğum tutkusun, aşksın. Bir yazarın karakterine olan bağlılığısın, aşkısın. Bağlılıksın evet. “Sana bağlanıyorum galiba.” Bir yazarın önce söyletip sonra söylediğisin sen. Bütün harflerimi çalan, çaldığın için seninle ilgili kelime kuramadığımsın. Kelimelerimin sahibisin, kurmayı becerdiğim. Yeni bir heyecan, tutkusun sen. Belki de yeni bir sayfamsın. Yeni bir hikayem. Ne zaman başladığını bilmediğim, ilerleyişini belirleyemediğim, sonunu tahmin edemediğim hikayem. Her şeyin doğru fakat tarihi yanlış yazılmış bir hikaye. Geleneği farklı olan bir hikaye.

NINE INCH NAILS - "CLOSER"

I wanna fuck you like an animal!

7 Aralık 2010 Salı

Güçlüler

Güçlü baylar,
Size sesleniyorum buradan. Kendini güçlü sananlar. Bana bir şeycik olmaz, ben güçlüyüm diyenler, hepiniz yanılıyorsunuz. Asıl güçsüzler sizlersiniz. Hayat tarzınız başka yalnızca.
Böyle yani yapacak bir şey yok. Benim gibi güçsüzleri kullanmak hoşunuza gidiyor. Kullanmak derken ağlatmak, dertlerimizi hor görmek, güçsüz görmek gibi.
Hepiniz küçük tepeleri ben yarattım havasındasınız. Aaa orası mı ohoo çoktan benim. Aaa o kız mı çoktan kendime aşık ettim bil. Aslında hepiniz benden daha kötü haldesiniz.
Ben mi nasılım? Bana bakmayın, güçsüzüm diyorum ama zamanında en çok güçlenen ben oldum. Sizler birden güçlendiniz ya da öyle doğdunuz, tavrınız hep aynı kaldı. Aşk var mı sizde bilmiyorum. Belki kalbinizin karanlık köşelerinde. Benim ise tüm bedenimde aşk. Bu yüzden duygusalım, evet. Güçsüz diyorsam bu yüzden güçsüzüm. Evet, bu yüzden ağlıyorum. Çünkü kalbimde çok değerli bir aşk var. Aynı benim bir parçam gibi. Nasıl bir yeriniz kanar canınız yanar aynen öyle üzülüyorum ona zarar geldiğinde. Benim yalnızca biraz daha fazla oluyor acım. Birazcık, birine bir şey olmuş gibi ağlıyorum.
Ama ben böyleyim. Ne yapabilirim ki? Siz güçlü baylar hiçbir zaman güvenmezsiniz. Umursamazsınız. Oda kimdir ki kendine aşık edecek sizi. Vay o küstahın haline! İlk olarak o kalbinizin karanlık kalmış eski odasından birkaç hatıra birkaç güzel söz araştırırsınız. Birde güzel ses tonu, birazda ilgi.Hmmm tamadır işte. Güçsüz bayanlar sizin. Hep böyle odlunuzu sanarlar o bayanlar hep muhteşem olduğunuzu düşünürler. Asıl tuhaf olan durum, bilirler muhteşem olmadığınızı ama severler. Daha çok daha da çok. Korka korka başta sonra bütün kalpleriyle. Çünkü siz oraya iyi olduğunuzu kazımışsınızdır. Çünkü siz oraya kendinizi kazımışsınızdır. Çok severler, tamam yakınırlarda. Kötüyüm, güçsüzüm derler. Derim, bende böyleyim bende derim. Ama ne yaparsanız yapın hep o kalptesinizdir.
O kalpten gitmemek için sizi göndermemek için çalışır işte güçsüz bayan. Gururunu belki kendini bırakır ama o aşkını çok zor bırakır. Bu yüzden hep sarılır, bekler güçsüz bayan...

25 Kasım 2010 Perşembe

Bar


Barda oturuyorum şimdi. Elimde bir şarap oturduğum yere uymuyor. Şık bir masaya, güzel bir bayanın karşısına yakışıyor bu. Yalnızlığıma yakışmıyor. O kadar boş ki zamanım – ya da aklım dolu – Sadece yarım dolu olan şarap bardağına bakıyorum uzun uzun. Parmaklarımı bardağın kenarlarında gezdiriyorum. Farkında mıyım bunun, hayır. Hem de hiç. O kadar gürültülü bir müzik var ki ortamda. Bir alternatif rock işte. Canlı performans olmadığını fark ediyorum. Ara vermiş müzisyenler herhalde. Duymuyorum hiç birini hepsi bir anlık oluyor.
Yüksek rahatsız bir sandalyenin üzerindeyim. Eski bir barın önünde. Koyu renk tahtaları, tezgâhı. Karşımda binlerce içki şişesi…

22 Kasım 2010 Pazartesi

Anti-sizlik!


Evet, sevmiyorum sizi. Sevmiyorum sevmiyorum sevmiyorum işte! Sevmek zorunda da hissetmiyorum ayrıca. Bu konu biraz bana tuhaf geliyor. Ne bileyim yalnızca bu konuda yüzde yüz ben haklıymışım havalarındayım. Çünkü sizi sevmek bana mümkün gelmiyor. Sevemem hayır hayır olmaz. Sevemem işte mümkün değil.
Siz bir kere gözümde ürkütücüsünüz ve vahşisiniz. Diğerlerinin aksine siz vahşisiniz işte. Doğanız hala böyle. Nasıl sizin üstleriniz bizi rahatlıkla parçalayabiliyorsa sizde hala bu özellikleri taşıyorsunuz.
Bir kere sinsi sinsi bakıyorsunuz hep. Her an bir şey yapacakmış gibi. Azgın bir erkek gibi üzerime atlayacakmış gibi. Çok korkunç. Ve o gözleriniz hep “tehh, ben neler gördüm” gibi bakıyor. “Sen kimsin ki!” bir alay var işte. Bunu sevmiyorum. Sanki tehdit eder gibi bir havanız var bizlere. Şunu yap bunu yap der gibisiniz. Hâlbuki biz sizden üstünüz bir kere. Bunu kabullenememiş yaratıklarsınız. Gerçi ben sizi atsam dışarı, karnınızı doyurabilecek vahşiliğinizi hala koruyorsunuz.
     Çok yumuşaksınız ayrıca, zayıf da. Yumuşaklar benim hoşuma gitmez. Bir kere size dokununca elimde değil tüm vücudumda değişik bir irkilme oluyor. Ay ne oluyor diyorum, içim kalkıyor, tüylerim diken diken oluyor.
      Ve en önemli konuya gelelim. Nankörsünüz siz. Biz kimiz bilmezsiniz. Umursamazsınız da zaten. Bir yemek yerken yüzümüze bakar, sürtünürsünüz iğrenç iğrenç. Yapmacık sevgi gösterileri işte. Sonra “Gel kızım!” “Gel oğlum!” gibi seslenişleri takmaz, kendi cool aleminizde takılırsınız. İşiniz oldu mu gelirsiniz yanımıza.
        Siz öyle bir şeysiniz ki sanki o kısık gözlerinizle baktığınızda içimde sakladığım bütün sırları bilirmiş gibi bir havaya bürünüyorsunuz. Neler gördüm ben der gibi demiştim ya. Aynen öylesiniz. Sanki içimizi okuyan yaratıklar! Hiç beklemediğimiz bir anda, o kadar sakin ve dinkinken sakin yolumuzda yürürken bir anda önümüze çıkan pislikler! Sizi sevmiyorum evet evet bu yüzden sevemem. Hiç sevemem hem de. Belki de size olan bu sevgi duygusuyla ben doğmadım, bunun yerini iğrenme tahammülsüzlük aldı.
        Bıktım rüyalarıma girmenizden. Devamlı üzerime atlayıp en güzel rüyalarımı zehir etmenizden. Haftalarca veya aylarca sizi görmekten bıktım. Rüya yorumlarımın zorluk ve güçlük getirmesinden bıktım. Sizi sevmiyorum anladınız mı artık! Karşılıklı sevişmiyoruz işte. Defolup gidin hayatımdan.
       Tek sevindiğim alerjimde kedi tüyüne olan alerjim bu arada. O yüzden sağlığım içinde çekip gitmelisiniz.

       Ne satanistim, ne hayvan düşmanıyım, ne psikopatım ama sizi hiç sevmiyorum. Sev-mi-yo-rum. Sevmek zorunda da hissetmiyorum kendimi. Evet kediler size sesleniyorum! Beni rahat bırakın!

16 Kasım 2010 Salı

Kızıl

Eskiden severdi onu. Çok severdi. Çok acı çektiğini bilirdi çok üzüldüğünü. Kıyamazdı ona. Canıydı işte. Hem güldüğü hem de sıkıldığıydı. Yanında isteyip de uzak tuttuğuydu. Ama aşktı o aşığıydı. Sevgilisiydi biriciğiydi. Onunla ne çok gülmüştü, ne çok ağlatmıştı ama sonra sarılmıştı sonsuz sevgisiyle sarılmıştı. Güldürmüştü yine, kendi uydurduğu isimleri kulağına söylemişti çırılçıplak. Gözleri yaşlı güldürürdü onu. O da içten gülerdi onunla. Arada ona ihtiyacı olmadığını hissederdi ama bir gün biteceğini düşününce bile onsuz yapamayacağını bilirdi. Onu çok sevdiğini bilirdi. Biraz sıkardı onu minik kız. Çok sorun yapar büyütürdü. Onu da üzdüğünü ilişkisini sıktığını da bilirdi ama ne yapabilirdi ki o canıydı ve onu hiçbir zaman kaybetmek istemiyordu. Hep yanında olmasını istiyordu. Hala da öyleydi hala da yanındaydı ama geçen yıllardan sonra gözlerinde pırıltı kalmamıştı yakışıklı adamın. Evet, sıkılmıştı ondan bu küçük kızdan. Minicik bedeninden, minik ellerinden, yaşlı minik gözlerinden, yatağında uyuyuşundan, uzun kızıl saçlarından, ağlamalarından, karışmalarından, üzülmesini istemiyordu. Ama artık ipek saçlarını okşamak, yumuşacık saçlarından öpmek, onu güzel gecelerden sonra kollarında uykuya uğurlamaktan da sıkılmıştı. Artık güçlü kalbi bu küçük beden için atmıyor ondan uzaklaşıyordu. Hâlbuki minik kalp sadece onun için atıyordu, onun gözleriyle yaşıyordu.
Minik kız gün geçtikçe bu soğukluktan üşüyordu. Kalbini bu dondurucu soğuğa rağmen sıcak tutmaya çalışıyordu. İçindeki aşkı korumak istiyordu. Zarar görmemeliydi o çünkü o korunmasız ve çok âşıktı. Ne olursa olsun ona aşkla bakıyordu. Vurgundu ona onsuz yapamıyordu işte. Güvenmek istiyordu, onu kaç defa bırakmasına rağmen güvenmek kendini ona adamak istiyordu.
Dayanmak istiyordu işte. Onunda kalbinde aşkını canlandırabilirdi. Buna inanmak istiyordu. Bunu denerken çok yoruluyordu. Eğer kendine dönerse her şeye değmiş olacaktı. Gözlerindeki sönmüş, donmuş bakışları gördükçe kalbine hançerler giriyor, aşkına zarar veriyordu. Bağırmak istiyordu, çığlıklar atmak. Neden neden diye ağlamak istiyordu. Neden sevmiyorsun ? neden dokunmuyorsun bana? Ne değişti bunca yıldan sonra? Yapamıyordu ama bütün suç ondaydı. Onu çok sıkmıştı, onu değiştirmeye çalışmıştı. Bunu hak ediyordu. Bu üzüntüyü içinde hak ediyordu.
Gece yine aynı yatağa girdi onunla. Diğer tarafa döndü yakışıklı adam. Kendine çekti, öpmek istedi o ince dudaklarından. Kafasını çevirdi, istemedi onu. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü burnunun üstünden kayarak yatağa aktı. “son kez sevişelim” dedi. Son kez dokun bana sonsuzluğu hissedeyim bedeninde. Erkeğinde süzüldü gözyaşları yatağa. Yakınlaştı ona, sarıldı, öptü boynundan. Kokusunu içine çekti. Yapamam dedi. Belli ki hiç sevmiyordu, sevmek dışında istemiyordu da bu bedeni. Yataktan kalkmaya hazırlanırken gözyaşlarını silerken minik eller tuttu onu. “Gitme” dedi. “Yarın olmayacağım burada, son kez sarıl bana.” Bunu kıramadı yakışıklı adam. Minik kız girdi koynuna, ağladı, öptü ve uyuyakaldı sonra.
Sabaha karşı uyandı bavulunu toplamak için. İlaçlarını alması lazımdı. Bavulumu sonra da hazırlarım dedi nasıl olsa gidecekti. İlacını aldı 1 tamın yarısını kırdı her zaman ki gibi. Durdu, düşündü. Gitmeliydi ondan çok uzaklara. Hepsini aldı ilaçlarının, onsuz yaşayamazdı zaten. Yaptığı doğruydu. Bu ilaçların 2 tanesi bile komadan çıkamamasına sebep olabilirdi. Hepsini aldı, 8 tane. Yattı sevgilisinin yanına. Koynuna girdi yine. Mırıldandı yakışıklı adam, iyi misin diye. Çıplak bedeniyle yanaştı ona onaylar gibi. Erkek saçlarından öptü, daha sıkı sarıldı.
Kalbindeki acıyı hissedebiliyordu kızıl saçlı minik kız. Bir şey yapamıyordu ondan uzakta olacaktı artık. Adamın istediği olacaktı işte. Son hatırladığı da sıcak bir beden olacaktı. Çırpınıyordu içinde. Ama yine de bu acı adamın onda yaşattığı acıya erişemiyordu, gözlerindeki soğukluğa, onu istemeyişine.
Uyandı yakışıklı adam. Sevgilisini uyandırmaktı ilk işi. Kocaman bir öpücük kondurdu saçlarına. Bedeni soğuktu miniğinin. Çıplak uyumuştu yine ondan olmalıydı. Daha sıkı sarıldı ona ısıtmak için. “sevgilim” diye mırıldandı kulağına. Öptü pamuk omuzlarından. Tepki vermedi miniği. Dün geceden yorgun olduğunu düşündü. Onun kızıl saçları kadar güzel ve sıcak bir gece olmuştu. Kızılının dediği gibi  “ateşli” böyle tepkilerine mırıldanması, uyanmak istememesi gerekirdi kızılının. Hiç tepki vermedi. Dünden yorgun olduğunu düşündü. Kendine çevirdi onu ve solmuş dudaklarını gördü. Gülen yüzü birden gerilmişti. Ne yapacağını bilemedi. Sarstı sarstı. Ağlamaya başladı. Bağırıyordu artık. Kızılım her şeyim çığlıkları yükseliyordu yataktan. Yatağın yanında duran komidinde boş ilaç kutusunu fark etti. Gözlerinden kızılının davranışları geçti. Ona soğuk davranması, hiç bırakmak istememesi, hep sarılması öpmesi. Bu süreçte hep yanında olmuştu onun. Doktora birlikte gitmişler. Birlikte ağlamışlardı çok üzüldüğü zaman, hep onu mutlu etmeye çalışmıştı. Atlatacaklarına inanıyordu ama atlatamamışlardı işte. Doktoru hep ondan dert yakındığını, istemediğini sandığını söylüyordu. Hâlbuki yakışıklı adam daha sıkı sarılmıştı ona. Hiç bırakmayacak gibi.Dün endişelenmişti onun için. Neden yine başında beklememişti ki sabaha kadar. Koynunda güvende sanmıştı, koynunda ölmüştü kızılı.
Kızıl minik kızın yüzü donuktu fakat gülümsüyordu. Dün gece mutluluktan sonsuzluğa ulaştığı gibi şimdi de gerçek sonsuzluğa ulaşmıştı sevdiğinin kollarında.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Savunma


Evet, çok konuşuyorum. Evet, hiç durmuyorum. Evet, üstüne geliyorum. Evet, ben buyum. Sorunlu bir kişilik. Problemli. Bu benim işte. Dır dır dır konuşan bir ben. Kafandaki tahtaları kemiren kurt gibiyim. Sonunda seni deli eden. Tahtaları eksik bir şekilde bırakan. Evet, aynen böyle olumsuz etkileyen biriyim ben. Çok konuşan, boş konuşan kafanın içinde. Haklı haksız yanım var, bana göre haklı olan. Ama yapacak neyimiz var? Benim neyim var? Değiştirebilirim kendimi belki. Ama bu, sen yardımcı olunca olmaz mı? Gevezeliğim sen de konuşursan dolu laflara dönüşmez mi? Sorunlarım paylaşırsam çözülebilecek sorular olmaz mı ortada? Ne için bu kadar üzüntü, ne için bu kadar gözyaşı, ne için bu kadar kavga, gürültü… bunları deyip sonra bunu anlamayışım her seferinde başa sarmam ne için? Hayatın bir cilvesi. Sana yapılan bir cilve. Güzelin yanında kötü yanları, gülün dikenleri gibi.

11 Kasım 2010 Perşembe

Yalnız

Yalnızlık bedenime işlemiş, şimdi de ruhumu ele geçirmeye çalışıyor. Hep böyle miydim yoksa olanlar mı beni bu duruma getirdi bilmiyorum. Galiba hep biraz insanlara uzak hissettim kendimi. Yakınımı bir türlü bulamadım. Eşimi bulamadım. Hep buldum zannettim bağlandım ama her zaman olmadığını anladım. Belki de şimdi bir çelişkiye düşüyorum yine. Bu yüzden yalnız olduğumu hissediyorum, hayatta yalnız olduğumu yine.. ne yaparsam kendime yapacağımı. Evet bu her açıdan doğru bir söz. Ne yaparsan kendine! Başkası, başkaları? Onlar ne yaptılar senin için? Bir dur ve düşün bunları. Belki de ben hep bunları düşündüğüm için yalnızım şuan. Çıkarcı bir insan değilim kesinlikle maneviyata önem veren biriyim ama hayat ve karşılaştıklarım bunu düşünmeye zorluyor beni. Ne kadar yalnız değilim ki hayatta? Her yerde yalnızım. Yazılarımda karakterlerim var, hepsi benim, hem de hepsi benim. Hepsi zihnimin derinliklerinden, kafamın içindeki hikayeler. Yazdıklarımda da başkası var mı? Hayır ben varım. Çok “benci” bir insan mıyım yoksa. Diğerlerinden bu yüzden mi uzağım, kendimi bu yüzden mi soyutluyorum. Yalnızlığım bu yüzden. Hayatta zaten elle tutulabilecek ne var ki? Neyimiz var? Neyim var? Kalbim, kalemim, sevdiklerim. Benim sevdiklerim. Acaba onlarda beni seviyorlar mı? Bunu hiç düşünür müsün? Karşındakinde nesindir diye, onun kalbinde yerin neresidir? Bunu çok düşünüyorum galiba. Bu yüzden çok bağlanıp çabuk soğuyorum ya da çok üzülüyorum. Üzüldükten sonra da değer mi diyorum kendi kendime değdi mi şimdi yani? Üzülmene değdi mi? Ne kazandın belki bir süreliğine mutluluk ama sonrasında kalbinde sonsuza kadar var olacak kocaman bir delik. Bunları hatırladıkça kendine kızacağın bir hayat. Hiçbir zaman hayatımı elimde tutamadım. Yönlendiremedim, belki bunların hepsi yönlendirmedir ama hiçbir zaman kendimi düşünemedim. İşte bu yüzden yalnızım ben. Gelecekle ilgili de yapabileceğim hiçbir şey yok. Ben bir noktayım işte bu koca dünyada. Milyarlarca var olmuş yaşamış sonrada ölmüş insan gibi. Yalnız bir nokta. Var olmayan yaşayan sonra da ölecek bir nokta.

29 Ekim 2010 Cuma

Mutluluk

 

 İnsan uzak diyarlara gitmek istiyor bazen. Hep mutlu olabileceği alemlere. Hayallerine! Rüyalarına değil. -Rüyalarım genelde karmaşık ve zor oluyor oysa ben zorluğu sevmiyorum, mutluluk istiyorum.- Hayallerim olsun. Hayallerimde yaşayayım hep. Kimse olmasın, bende olmayayım. Ne olur ki? Sadece benim olmasını istediğim şeyler olsun. Ben ? "ben" olmayayım. Hiç ben olmayayım. Ama ben olmasam, kendim olmasam mutlu olabilir miyim ki?

28 Ekim 2010 Perşembe

Melek


Çok seviyorlardı birbirlerini ama kavga etmişlerdi yine. Hiç sevmezdi böyle durumları ama kendine de dur diyemezdi. Haksızlığa uğradığında ya da kendini haklı bulduğunda çılgına dönerdi. Zaten minik kızı karnına düştüğünden beri bir duygusaldı. Neden üstüne gelirdi ki o da? Neden kavga ederlerdi? Çok gergindi, kabul ediyordu ama onunda biraz anlayışlı olması lazımdı. Biricik sevgilisinin, biricik eşinin, hayatının.

Nedense onunla hayatını birleştirdiğinden beri hep böyle kavga ederlerdi. Daha tahammülsüz bir adam, bir sevgili olmuştu Andrew. Belki de bir eş olmuştu.

Harika bir evde yaşıyordu. Bebeği olduğunu öğrenmeden önce harika bir mimardı, şimdi ise bebeği için tasarlıyordu, çiziyordu. Harika bir hayatı vardı. Birde şu Andrew’le nedensiz kavgaları olmasaydı. Nedensiz olduğunu biliyordu. Kendi de çok iyi biliyordu ama o an öyle çok üzüyordu ki kendini. Andrew de bile bile üzerine geliyordu Victoria’nın. Andrew biraz rahat ve durumu gayet iyi bir ailede yetişmişti. Annesi ve babası doktor olan bu adam, ailesinin seyahatleri nedeniyle hep tek başına yaşamıştı. Bundan şikayetçi olmamış aksine kendide bu mesleği seçmişti. Victoria ile evlenmeden öncede birlikte yaşamışlardı 3 sene. Evlenmeye hiçbir zaman zorlamamıştı Victoria. Sürpriz olarak göl kıyısında bir ev almıştı Andrew. Victoria’yı oraya götürmüştü. Gözlerini kapamış, evin gölü gören camından dışarıya doğru bakarken gözlerini açmış “Bu evi benim küçük mimarımın dekore etmesini istiyorum.” demişti. Victoria sevinçten çığlıklar atarken boynunda “Benimle evlenir misin?” diye sormuştu. Sevinçten ağlamıştı Victoria, Andrew de öyle tabi. İlk defa ağlarken görmüştü o zaman onu. Zaten sonra hiç ağlamamıştı Andrew. Victoria’nın yalnız ağlamasına izin vermişti.

Şimdi de yalnızdı işte. Yalnız bırakmıştı onu, sinirlenip gitmişti Andrew. Kesin yine arkadaşlarıyla buluşmuştu. Victoria’yı öyle ağlarken bırakmıştı. Karnında minik kızıyla. Yalnız bırakmamıştı aslında, minik kızı bebeği yanındaydı. Onun için güçlü olmalıydı. Ama böyle durumlarda Andrew teselli etmezken yapamazdı ki. Ağladı hep, minik kızıyla ağladı. Bekledi Andrew’i. Büyük salonda uzandı, ağlarken uyuyakalmıştı koltukta. Sabaha karşı Andrew geldi. Victoria hala uyuyordu. Andrew onu fark etti, aldı kucağına yatağına götürmek için. Victoria gözünü araladı. “Özür dilerim” diye fısıldadı Andrew’in kulağına. “Seni seviyoruz” dedi, minik kızıyla kendi adına. Andrew dudak kenarından gülümsedi acıyla, yaptıklarından pişman olmuş gibi. Kısık bir sesle buruk bir “Üzgünüm” dedi. Victoria, “Seni seviyorum” dedi kısılmış sesiyle. “Bende…” diyebildi sadece Andrew.

Yatakta uyuyamadı Andrew. Victoria’yı izledi hep. Eşini izledi, çocuğunun annesini. Bir ara, öğlene doğru uyuyakaldı. Victoria uyandı. Andrew’e doğru baktı, yanındaydı, çok mutluydu şimdi. Andrew elinden tutmuş uyuyakalmıştı. Yanağına minicik bir öpücük kondurdu. Çok hafiflemişti, kendi elleriyle biricik aşkına kahvaltı hazırlamak istiyordu. Bir ağrı hissetti sırtında, kasıklarında. Bebeğini dün çok üzmüştü, ondan da özür dilemeliydi. Özrüne günaydın diyerek başlamak istedi. Elini karnına götürdü. Bir ıslaklık hissetti. Eline bakmak için kalktı ve bir çığlık attı.

Andrew uyanmıştı. Rüyada mıydı hala yoksa gerçek miydi anlayamadı bir an. Bembeyaz yataklarında Victoria kan içerisindeydi ve donmuş bir şekilde bacaklarına, karnına bakıyordu. Beyaz geceliğinin etekleri kıpkırmızıydı. Ağlamaya başladı Andrew. Victoria şoktaydı yüksek sesle ağlıyor bağırıyordu arada nefesi kesildikçe susuyordu. Kızları yoktu artık. Minik bebekleri yoktu. Victoria’yı kan içerisinden çekti çıkarttı biraz daha kenara doğru. Kendine doğru çekti, bacaklarını da karnına doğru. Gözlerini kapattı elleriyle, o eve ilk defa getirdiği an gibi ama bu anda sevinç değil acı vardı. Daha fazla acı çekmemeliydi Victoria. Bir yandan Andrew de ağlıyor bir yandan “Geçecek.”diye bağırıyordu. Geçmeyeceğini biliyordu. “Görme! Yok, görme!”diye bağırmaya devam etti. Victoria’nın kulağına “Ben varım, ağlama”diye ağladı.

 Victoria’nın gözlerini kapamış elleri titriyordu şimdi. Katildi Andrew artık, minik kızının katili. Dün gece birlikte olduğu bir kadının dudakları vardı kızının kanında.

İçimdeki Mürekkep


Hayatım. Hayatım ne benim? Bunu küçümseme olarak sormuyorum. Hayatım aşk mı, sevgi mi yoksa tutku mu? Mutluluk mu, macera mı, heyecan mı? Gülüşüm mü, hüznüm mü? Kimim peki? Aklı karışık bir kız? Kalbi karışık. Hayır. Kendi gayet berrak, hayatın tadını çıkartan bir kız. Bu milyarlık dünyada beklide minicik ama kendi dünyasında tek. Beklide başkasının kocaman bir dünyası. O zamanda minicik bir kız değil, kocaman bir dünya işte. Ama minik tabi. Yazdıkları ne işe yarar.? Sonuçta herkes istese yazabilir. Sadece o mu yazıyor. Hayır. Ama hayata başka bir bakış daha katıyor. Bu bakışın ne önemi var ki aslında. –Hayır, hayır karamsar biri değilim ben- aklımdan geçen bir düşünce bu. Milyarlarcasından biri sadece. Kim bilir hangi tilkiler dolaşıyor kafasında daha. Daha hangi düşünceler, hangi dünyalar var kafasında.

Acısı ne ya da acıları, korkuları..
Yalnız kalmak mı? O bunla başa çıkmıştı. Birini üzmek mi? Daha önce birini üzmedi hiç bildiği kadarıyla, hep üzüldü. Ağlayanı o oynadı. Oynamadı yaşadı aslında. Sevmek mi birini? Sevmekten korkmaz o sever ne pahasına olursa olsun. Belki hayattandır korkusu. Ama bir çok zorlukla karşı karşıya kaldı bu güne kadar. Daha kim bilir ne kadar zorları karşısına çıkacak. Göğsünü gere gere bekler o.  Yani ben, yani içim. Korkmak! Korkmam belki de.. Çok sevdiğimi kaybetmekten korkarım. Evet evet, hayattaki en büyük acımda bu olmalı. Çok sevdiğimi kaybetmekten, kendimden çok sevdiğimi kaybetmekten korkmak! Gözlerindeki güzelliği görememekten korkarım. O yüzden çok severim hep, çok bağlanırım. Sonrada ağlayanı ben oynarım tabi. Ağlayan olurum. Şikayet ederim tabiî ki. Hayat beni de köreltiyor böyle. Mutsuz ola ola mutluluğun tadına varamıyorum bazen. Mutsuzluk, hüzün arıyorum. Hâlbuki biraz zevkini çıkarsam, düşünmesem bu kadar çok.

Hak ettim mi diyorum. Bu kadar gözyaşına değer mi hayat? Sonuçta benim hayatım. Severim, sevmem. Ağlarım, gülerim. Bu böyle. Bizim tercihimiz ama bazen tercih yapamıyoruz işte kader bu olmalı. Kader, benim bu güne kadar ağladıklarım sonra daha güçlü ayağa kalkabilmem.
Mutluluk benim için değişebilen bir kavram. Bazen sevgili mutluluk, bazen para, bazen minik bir gülümseme, bazen önemsenme. Bazen sadece hayatta var olabilme bu kadar şeye rağmen. Gelecek hedeflerim bazen de. Ne kadar değişse de hedeflerim. Her an değişiyorlar zaten. Milyarlarca kerede değişecekler kafamla ne kadar düşünce varsa.


Hayatımda hep var olmanı ve sevgiyle, sevginle yaşamam dileğiyle.

26 Ekim 2010 Salı

Şevk

Sensiz yine günlerim geçiyor bir tanem. Günlerim, gecelerim geçiyor. Sen yoksun yatağında, benim yanımda yoksun işte. Sensiz nefes alıyorum, sensiz devam ediyorum hayata. Zor oluyor ama oluyor becermeye çalışıyorum. Sensiz yemek yiyorum, sensiz uyuyorum, sensiz yazıyorum ama “Seni yazıyorum.” Çok özlüyorum geleceğin zamanı. Yoksun sen daha ortada. Olmadığın içinde kışımı yaşıyorum. Dondu vücudum, devriliyorum her geçen gün. Ne zaman yıkılacağım hiç bilmiyorum. Tek dileğim sen, tek isteğim sensin. Doğum günleri, yılbaşları, her gün ama her gün seni diliyorum.

Uykum geliyor sensiz yine ama sana olan duygularım canlanıyor. Uyumak istiyorum seninle. Hep hayallerimdesin ama gerçekten yanıma gelmeni istiyorum artık. Uyurken sadece yanımda olmanı istiyorum. Sadece yanımda ol. Elimi tutma, dokunma bana. Sadece yüzüme bak. –Ah! O yüzü nasılda bekliyorum.- Elim uzansın sana dokunamayım. Sanki aramızda cam varmış gibi. Elim uzansın sana doğru, seninde elin bana uzansın.. yan yana aynı yatakta. Bir santimlik aramızda nefesini hissedeyim tenimde. Dudaklarını net görebileyim. Ellerimiz uzansın ama dokunamayalım. Korkalım dokunursak görüntümüz kaybolur diye. Sonra topla bütün cesaretini. İlk sen dokun. İlk sen! Ellerimiz değsin birbirine. Tenimiz değsin. Sımsıkı sarılalım bir ömrün hasreti gibi. Kışımın dinmesi, yazımın gelmesi, ilk filizlenen tohumum gibi. Aşk gibi.. tutku gibi.

Ellerim omzunda, sırtında dolaşsın ve saçlarında. Saçlarım omuzlarında. Ah o teninin sıcaklığı, ellerinin sıcaklığı yayılsın tüm bedenime. Yanaklarımdan sırtıma ısınayım, terleyeyim. Yanayım seninle. Senin için! Aşk ile yanayım.
Dudakların yaksın beni, dudakların söndürsün!
Yanıyorum sana…

Şeytan


Sevmek, ağlamak deli gibi, senin için ağlamak. Siyah saçların için ağlamak. Ağlamanın seni geri getiremeyeceğini bilmek. Çaresizlikten, kızgınlıktan, öfkeden, aşktan ağlamak. Kıskançlıktan bağırmak. Gözlerinin içine baktığımda kendimi görememenin vermiş olduğu çaresizlik bu. Ama yinede o gözlerde olmak, karşında olabilmek.

Saçlarını okşayıp, yüzüne bakabilmek. Yanaklarından sımsıkı sıkıp güzel bordo dudaklarından öpmek.

Kahretsin! Şimdi? Şimdi ne? Şimdi ne oluyor!? Senin o süt tenini kim sarıyor? Kim kim kim! Kim okşuyor saten sırtını. O saçlarını kime savuruyorsun. Hayrandım evet hayrandım. Hayatımdın. Görebilmemdi gözlerin, kokun nefesimdi, tenin dokunuşum, dudakların kalp atışımdı. Dudaklarındaki her çatlak kalbimin duruşu sonra tekrar atışıydı. Elimi tutuşun ölüşümdü sonra tekrar dirileceğim. Gülümseyişin hayatta var olma amacımdı.

O bakışların işte o bakışlar, masum bakışlarındı beni sana çeken. Bir günaha çağıran bakışların, masum bir şeytandı gözlerin. Şeytanın ince işi, sanatı, cezp edişi vardı gözlerinde. Ah ! o siyah gözlerin. Siyah göz olmazdı hani? Ama sende siyahtı o gözler. Ateş siyahı gözlerin, beni çekiyor. Gözlerinin içindeki alev çekiyor.

Dudakların! Minik dudaklar. Sustuğunda bile o dudaklar benimle konuşuyorlardı. Kulağıma değil ama gözlerime hoş şeyler söylüyorlardı. Hep bordo, doğal, örtüsüz dudakların bir gram boya yok, bir milim örtü yok üzerinde, bana bir o kadar makyajlı ve çekici geliyordu.

Teninin yumuşaklığı ipek gibi demiştim. Bembeyaz süt gibi berrak, siyah saçlarının altında. Sen benim için siyah saçlı, siyah gözlü minik rus kızımdın. O millette tektin işte. Ah benim miniğim.

Minik bedenlim, minik dudaklım, minik gözlüm, minik elli, minik tırnaklı sevgilim benim. Gözlerimi ayırmadan bakardım sana. Tamam, arada gözlerimi kapadığımda olurdu ama kapasam bile seni düşünürdüm ben.

 Birlikte gülerdik, bana gülerdin. Benimle ağlardın, ben teselli ederdim seni öper koklardım. Bana sarılırdın üzülünce. Benim kollarımda ağlardın. Gözyaşların yanaklarıma göğsüme dökülürdü. Benimle uyurdun sen. Benim elimi tutarak uyurdun. Geceleri kötü bir rüya görünce ben sarılırdım sana, ağlayarak uyandığında ben öper okşardım, sustururdum ve yine uyuturdum seni. Yanımda güvendeydin, beni çok severdin. Hem de çok. Sen öperdin beni. Yanaklarımdan tutup aşkla öperdin. Sımsıkı kavrardın sonra o dudaklarındaki minik çukurcuklara kadar bastırırdın. İçimdeki şeytanı uyandırırdın. Cezp ederdin beni. Şimdi kimi cezp ediyorsun? Yapabiliyor musun? Ben oluyor muyum aklında. Seni çok seven ben. Kalbi senin için atan ben. Onunda kalbi senin için atıyor mu? Söyle! Küçük kalbin için atıyor mu?

25 Ekim 2010 Pazartesi

Marilyn'in Kayıt Günlükleri

Hayatımda yaptığım onca yanlış ve güzel şeylerden sonra bir kez daha güzel bir şey yaptığım için çok mutluyum. Seni tanıdım ; küçük , sevimli kızı !!
Akşamları beni yalnız bırakıp uyusanda mesaj atar hissiyadıyla hep telefondaydı elim .Sabah uyandığımda ise gelen mesajı gördüğümde ki mutluluk , anlatılamayacak kadar heyecanlı ve mükemmel .Daha yeni başlıyoruz evet .
Yeni ama mükemmel bir başlangıç.Böyle devam etmesini istiyorum . Herzaman olduğu gibi tatlı sıcak ve heyecanlı . Hayatıma girer girmez öğrettiğin yeni şeyler kendimi bulmamı sağladı .Son olarak hoşgeldin diyorum.
Hayatıma hoşgeldin ve iyi ki geldin ..
Tatlı ve küçük kız çok seviliyosun ..

23 Ekim 2010 Cumartesi

Çocukluk iksirim


Gözlerin boncuk gibi bakıyor; mavi boncuk. Aynı bilyelerimiz gibi. Hep mavi bilyeyi seçerdin ya. Aynı benim gibi benimde boncuk gibi; kahverengi boncuk ama. İleride ne kim olacağımız umurumda değil hep yanımda ol istiyorum. Hep aralık minik dişlerimiz olsun, boncuk gözlerimiz olsun. Dil çıkartalım birbirimize. Rahatça el ele tutuşalım ama öp bakalım arkadaşını dendiğinde utanalım, yanaklarımız kızarıversin. Sonrada minicik bir öpücük konduralım yanağına. Sen yine iki kuyruk olan kıvırcık saçlarımı boz benim, ben ağlayayım. Annelerimizden korkalım. Bana vurduğunda canım acırda ağlarsam “gel sende bana vur” diyebilelim. Ödeşelim diyelim hep. Tırnaklarını yiyince sana kızabileyim, saçlarını çekebileyim. Barbilerimi beğenmeyince yine kafalarını kopart, anneme bağırayım yine bu salak bebeğimin kafasını koparttı diye. Ağlayayım sende kafasını yerine tak al eskisi gibi oldu de. Arabaları seviyorsun diye yine hep arabalarla oynayalım ama büyüyünce gerçekleri olsun. Yine savaşçılık oynayalım. Plastik kılıçlardan öleyim ben sen üzül sonra canlanayım şaka şaka diyebileyim. Gizli karışımlar yapalım yine.. Sonsuzluk karışımı, iksirler işte. İyileştirici iksir, mutluluk iksiri, şans iksiri, dostluk iksiri. Bunlara inanalım. Bizden başka kimse bilmesin, saklayalım. İçine her türlü zerzevatı kattıktan sonra diş macunu dahil içirmeye çalış bunu bana yine. Yine “Zeyna” oynayalım playstationda. Bana şeker alınınca kıskan ya da sana alırlarsa ben kıskanayım, bana da aldır.
 Sen gülümse bende dil çıkartayım. Hep böyle çocuk olalım. Bitmesin horoz şekerimiz.*

5 Ekim 2010 Salı

Şarap

*Bayan
-Bay

*Oturmuştu soğuk evinde. Hep ona soğuk gelirdi zaten. Üşürdü. Hiç ısınmazdı küçücük elleri, ayakları. Şömineyi yaktı her zaman ki gibi. Onun hakkında yazdığında hep bunu yapardı. Onun verdiği ısıyı versin diye. Odanın ortasındaki yemek masasına oturdu. Ev zaten küçüktü. Aynı onun elleri gibi. Yeni odun atmasına rağmen şarabını alıp masanın başına oturuncaya kadar sıcaklık yüzüne vuruyordu. Eski kağıtları çıkardı. Bunlar özeldi, onun içindi. Onun gibi eskiydiler. Onun kadar geride kalmış bir o kadar özel. Daldı ateşe, uzun uzun alevlerle bakıştı. Onun gözlerini görünceye kadar bakıştı. Sonra bir damla yaş bu hasır kağıtlara damladı her zaman ki gibi. İlham gelmişti işte.. Bir damla yaş!
Yazdıkları da gözlerinden dökülen gözyaşları gibi döküldü dilinden kalemine, oradan da kağıda sanki onu yaşarmış gibi. Evet, bu yaşamaydı işte. Gerçek his buydu.
Ateşin sıcaklığında o vardı. Tenini ısıtan onun teniydi. Gözlerindeki alev aşktı işte. Onun aşkıydı. Gözyaşları… Gözyaşları dilinden Onun yüzüne söyleyemediği sözlerdi, kağıda akması gibi. Onun için yazdıkları da öyle. Kalbinin bir yansımasıydılar. Bu kadar sene kalbinde saklı bir bahçe. Özene bezene baktığı çiçekler duygularıydı. Oda o bahçenin en güzel çiçeği. Ya da en yabanisi evet evet yabani! Papatyasıydı onun. Sıradan işte. Beyaz taçlı, kendi güzelliği temizliği ile sarı ortalı güzel papatyası.
Bunları yazarken şarabının bittiğini fark etti. Ancak o zaman fark etmişti dışarıda gök gürlediğini, gözyaşları gibi yağdığını duraksız. Küçük mahzenine indi aşağıya. Soğuk hava onun dudakları gibi çarptı, karşıladı onu. Nefesi kesildi. Onsuz neden böyleydi? Söyleyememişti bunları ona.. şarabını aldı nadir eski Petruslardandı. Oda severdi, karşılıklı içme fırsatı olmuştu sonrası da olmuştu ama…
Bütün gece şarap içmişler ve onun yazmasını izlemişti nefesi kesik bir biçimde ve sonrası ona acı vermişti.
Odaya girdi bu seferde sıcaklık O’nun teni gibiydi. Sarılması gibi.*




-Onun küçüğü. Çok sevmişti onu. Çok! Neden yalnız bırakmıştı, neden gitme diyememişti, neden sevdiğini söyleyememişti. Her an onu yaşıyordu. Sıcakta, soğukta o aklına geliyordu. Plağında, bilgisayarında, yatağında, teninde, saçında, evinde o vardı. Ama bir kere bile sarılamamıştı ona doya doya. İçtiği, şarap bardağı seneler öncesinden karşısındaydı. Ruj izi de dahil. Kırmızı ruju. Toz olmuş, parmak izleri olan bir bardak. Plağının yanındaydı. Ne el değdirirdi ne de kendi dokunurdu. Sadece bakardı. Aşkıydı o bardak. Yazdıkları ve o bardak aşkının kanıtıydı. Yazdıkları değildi aslında, bir defa yazdı onun için. “O gece” birlikte karşılıklı şarap içtikleri gece. Kırmızı şarap ve onun kırmızı ruju. Aklından silinmeyen kare.. kırmızı dudakların şarapla öpüşmesi. O şarap olup içine akmıştı. Damarlarında dolaşmıştı, kalbine gitmişti. Kalbinde kendini aramıştı ve kendini bırakmıştı. O gece neden reddetmişti o kırmızı dudakları, neden sevişmemişti onlarla. Aşkla öpüp durmuştu. Tenine dokunamamıştı. Elini yanaklarına götürüp kalamamıştı öyle. Dokunamamıştı soğuk yanaklarına.
Ellerine dokunmuştu ama. O minik elleri. Kırmızı ojeleri. Kimi yerde harika kimi yerde soyulmuş. Isıtmıştı ellerini. Sımsıkı tutmuştu. Öpmüştü şarap dudaklarından ama sonra gitmişti karanlığa gitmişti. Sonra onun her yüzüne baktığında dudakları yanmış kendine karşı koymaya çalışmıştı. Onun gitmesine izin vermişti. Uzaklara.. Çokta değil. Birkaç yüz bin mil uzağa. Biliyordu. Onsuz yapamıyordu o da kendiside. Dur dememişti. Arkasından bakmıştı giderken yalnızca. Herkesi öptükten sonra kendisine geldiğinde yüzüne gülümseyip elini sıkmasına izin vermişti. Şimdi o, onsuz senelerdir yalnızdı orada. Hep yağmurlu kasabada.
Şimdi neden bunları diyordu? O gece yazdığı yazıyı bulmuştu çünkü. Hasır bir eski kağıda karşısında o kırmızı rujlu dudaklar varken. Cümlelerini okurken gözyaşları süzüldü. “ o kırmızı ruj benim, tırnaklarındaki kırmızı oje, yudumladığın kırmızı şarap, damarlarında dolaşan kan benim. Dudaklarından kalbine akmak istiyorum. Benimle kal istiyorum.elimi tut ve hep öyle kal. Sana bağlanıyorum…
Hatırladı, bunu yazdıktan sonra kalkmış onu da kaldırmış onun şarkısını açmıştı. Dansa kaldırmış, o kollarında omuzlarına dayanmış gözleri kapalı dans ederken, onun başını kaldırmış o kırmızı rujundan öpmüştü. Ruju yoktu. Şaraptan incelmiş ruj dudaklarında tamamen kaybolmuştu öpüşüyle. Yalnızca dudakları vardı, çıplaktı, üzerinde bir örtü yoktu. Her hattını hissetti dudaklarının, elini tuttu. Ve sonra kendi evinden çıktı. Onun gitmesini bekledi. Ama o gitmedi orada kaldı. Onun yatağında yattı. Kırmızı rujlusu onun yatağındaydı. Ağlamış, siyah rimelleri akmıştı. Çok belliydi, eve geldiğinde karşısına bir sandalye çekip sabaha kadar izlemişti onu. Kırmızı dudaklarını, kendi kadar kırmızı dudakları. Yine aynı sayfada şunları buldu. “ Uyurken ne kadar da anlamlısın. Kırmızı rujun yok, rimellerin yok, çıplaksın. Beni bekliyorsun. Kalbin, ruhun bana yalvarıyor. Dudakların bana bağırıyor çığlık çığlığa ama gelmeyeceğim, gelemem…” sonra sabahın ilk ışıklarıyla ondan önce uyanmış baş ucuna bir kırmızı gül koyup evden çıkmıştı.
Geldiğinde yoktu gülüyle birlikte ve bir ay içinde de gitmişti ondan uzaklara. O bir ayda hiç aramadı onu. Bütün aramalarını cevapsız bıraktı. Gönderdiği mailleri gözyaşlarıyla okuyup silmişti bir daha ağlamamak için. Onunla mutlu olabilirdi. Her gece karşılıklı şarap içip dudaklarıyla sevişebilirdi. Ama o gitmesine izin verdi.
Elinde tuttuğu kırmızı rujlu bardağı fırlattı masaya doğru. Parçaları hasır kağıdına dağılmıştı.




*Oturdu sandalyesine, şarabından bir yudum aldı. Ateşe baktı yine onsuz bir gün daha geçiriyordu. Cevapsız çağrılar, cevapsız mailler.. Sadece giderken bir gülümseme.
Dışarıda gök gürüldedi. İrkildi birden. Kırmızı battaniyesini almak için içeri gitti. Geldiğinde yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Sarındı onunla, bir cam kutuda sakladığı gülüne gözü takıldı. Gitti ona doğru, şöminenin üzerinde cam bir kutunun içerisindeydi. Tek bir gül.. Rengi kırmızıdan bordoya dönmüştü. Soğuktan soğuyan dudaklarına benziyordu.
Kapının çalınmasıyla birden irkildi. Cam kutuyu elinden düşürdü. Parçalar ayağına gelmişti. Parmak arası terliğinden ve çoraplarından hemen kurtuldu. Hem üşümenin verdiği ayaklarının buz kesmesiyle hem de kapının çalınmasının verdiği bir sinirle parmak uçlarında koşarak gitti kapıya. Tek derdi kırık parçalar arasından gülünü sağ salim çıkartmasıydı. Kapıyı açtı üzerinde kırmızı battaniyesi parmak uçlarında, yalın ayak parmaklarındaki kırmızı ojeleriyle.


Karşısındaydı. Sırılsıklam karşısındaydı. Yağmurdan ve bahçenin girişindeki motordan olsa gerek her tarafı ıslaktı ve ağzından şu sözler döküldü. “ Sana bağlanıyorum.” Bundan sona öptü bordo dudaklarından romantik adam. Soluksuz öptü. Kırmızı ojelide onu aynı aşkla battaniyesine sararak içeri aldı. Kalbine aldı…

29 Eylül 2010 Çarşamba

Pembe elbise


O evi çok severdi. O yatağa bayılırdı. Beyaz örtüsünü bırakıp gidiyordu şimdi. Aşkını bırakıp gidiyordu. Daniel’ını çok severdi. Mavi gözleri beyaz yatağında pırıl pırıl aşkla parlardı. Tenine dokunamazdı sanki, dokunmaya korkardı. Sarışınlığı onu deli ederdi, sevmezdi aslında sarışınları ama neden Daniel sevmediklerinden değildi. İlk gördüğü anda tutulmuştu sanki uzaklaştırmaya çalışsa da kendini yapamamıştı. Onsuz yapamamıştı o zamanda. Ama şimdi bırakıp gidiyordu işte onu. Her gün güle oynaya girdiği o ev o yatak şimdi buz gibi geliyordu ona. Ev yabancıydı, Daniel yabancıydı. İlk görmüş gibiydi sanki ama bu sefer ilki biraz farklıydı nefretleydi.
Eşyalarını toplarken aklından bu evi bir daha görememe düşüncesi geçti. Öyle bir baktı ki odaya son defa bakış gibi. Çok bir şey yoktu zaten odada göz gezdirilecek. Tam karşısında büyük bir eski beyaz giysi dolabı, onun kadar eski bir makyaj masası vardı. Duvarlar beyaz çiçekli krem duvar kağıdı ile kaplıydı. Odanın tam ortasında ferforje beyaz yatağın üstünden beyaz tüller kumaşlar sarkıyordu. Öyle baktı odaya ne uğraşmıştı bu oda için. Bu eve geldiğinde yarısı vardı bu odanın. Duvarlar soluk akmış bir kahveydi. İnsanın içini kapatıyordu daha çok. Yalvarmıştı Daniel’a en sonunda tabi kırmamıştı Daniel’ı onu. Duvar kağıdını özene bezene seçmiş günler boyu yapıştırıcı sürüp duvarları yenilemişti. Hele o yatağı.. Daniel’ı ilk gördüğü gün nasıl aşık olmuşsa bu evede ilk geldiğinde o yatağa aşık olmuştu. Onun için ayrı özenmişti. Beyaz saten çarşaflar almış onlara uygun danteller dikmişti. Hala yatağın üzerinde bu örtü sarkıyordu. Yatağın üzerindeki tüller kumaşlar. Asamamıştı onları tavana, yatağın üstüne çıkmışsa da yapamamıştı sonra Daniel gelip hemen takmıştı tüllerini.
Oda ona eskiden ne kadar masum gözükürdü. O yüzden bembeyaz yapmıştı zaten. Ama fayda etmemişti oda artık Daniel kadar suçluydu onun gözünde. Daniel nasıl aldatmışsa onu bu yatağında Daniel ne kadar suçluysa bu yatak bu oda da o kadar suçluydu. Nasıl engel olamamışlardı ki Dan’e neden durdurmamışlardı. Duvarda bir sürü fotoğrafı vardı hiç biri mi durdurmamıştı Dan’i! Kahrolası Dan! Ona nasıl güvenmişti ki ? Nasıl sevmişti bu kadar? Nasıl bu kadar yılını geçirmişti onunla?
Neden mavi gözlerine kanmıştı? Açık tenine, sarışınlığına… O Daniel’dı işte başka ne beklenirdi ki ondan bu kadar sene inandırmış sonrada aldatmıştı onu. Ama ne güzel konuşurdu onunla ya da ona mı öyle gelirdi. Galiba bilinmez.. Ama yine nefretle bakmaya başladı gözleri. Son kalan eşyalarını da koydu  pembe bavuluna. Gözünden bir damla yaş süzüldü dudaklarına. Masasındaki aynaya son defa baktı bir damla yaş birkaç olmuş sele dönüşüyordu. Hışımla sildi gözlerini. Duvardaki fotoğraflarına baktı. Daniel.. Attı birini yere, diğerine parfümünü fırlattı. Kırılmıştı şişesi her yer o kokuyordu. Son kalan fotoğrafına da göz yaşlarıyla baktı küçücük ellerini sıktı yumruk yaptı, sıktı dişlerini. Bir sinirle vurdu yere düştü parçalanmış çerçeve. sonra bir yere dayanma ihtiyacı hissetti birden. Oturdu yatağına. O kendinden daha iyi baktığı yatak örtüsü şimdi kandı eli yüzünden. Umursamadı bir daha gelecek miydi ki sanki?
Sonra yerde bir gölge fark etti. Dağılmış sarı saçlarını çekti yüzünden. Daniel görmüştü yaptıklarını. Daniel da o odadaydı izlemişti onu sakince kapıdan. Sakindi hali ama gözleri yaşlıydı. Hiçbir şey söyleyemedi.
Bavulunu aldı Daniel’ı görünce kapıda kaçar gibi baktı ona. Kapıdan çıkarken omzuna çarptı. Daniel gitme diyemedi. Koşar adımlarla çıktı evden. Gözü hiçbir şey görmüyordu. Kapıyı açık bıraktığını bile fark etmedi. Yolda koşuyordu artık üstünde pembe elbisesi elinde pembe bavulu koşuyordu. Etekleri bacaklarına yapışıyor vücudunu sarıyordu. Daniel yine istedi onu. Yanında istedi. 3 seneyi geçmiş hayatlarında mutlu olduğunu fark etti veya ileride mutlu olabileceklerini. Arkasından koşuyordu şimdi onun. Son hızıyla koşuyordu yetişmek için. O ise çoktan yola yaklaşmış karşıya geçip trene binip gidecekti. Daniel’ı bırakıp hem de Daniel yüzünden.Daniel var gücüyle bağırdı “Emily”
Emily yola adımını atmış sanki bunu bekliyordu. Daniel’ın seslenmesini. Birkaç adım attıktan sonra geriye baktı. “Daniel” dedi. Dan “Gitme” diye bağıracakken sesi birden kısıldı. Cümlenin sonunu getiremedi. Bu sesleniş bağırış değil de bir fısıltıya dönüşmüştü. Emily’nin bedeni yerde cansız şekilde yatıyordu. Pembe elbisesinin yerine kırmızı lekeli bir elbise vardı artık. Sarı saçları kızıldı. Bavulu her yana saçılmıştı içinden Dan’in fotoğrafları uçuşuyordu. Dan ona gitme bile diyememişti. Emily’nin sesinden kulağında bir fısıltı hissetti bunlar Emily’nin son sözleriydi. “Seni seviyorum…”

27 Eylül 2010 Pazartesi

Jane


Jane
Ah güzel Jane. Ne yaptı öyle. Neler yaptı yıllarca.
Robert hayatının aşkı. Neden öyle oldu her  şey. Kızıl uzun saçlı Jane. Hep sevdi onu. Karşılıksız, bilmeden sevdi. Hiç bir şey bilmeden sevdi hep içinden, Hugh her şeyi. Onun biricik Hugh’u. Robert tanıştırmıştı onları. Birden hayatını değiştirmişti onun. Yeniden var etmişti. Ona aşıktı. Ama Robert’e hep aşıktı. Robert hep yanındaydı onun hep arkadaşıydı.Gülerdi onunla, ağlardı onunla.. dertleşirdi. Ama Hugh. Onu unutamazdı. Mutlu anılarını. Hugh’un şaçlarını okşayışı, o zamanda kızıldı. Beline kadar saçları.. Hugh onları öyle çok severdi ki. Her gece yatmadan önce Jane saçlarını tararken kocaman bir fırçayla, gelir arkasına oturur o tarardı saçlarını. Öpe öpe bitiremezdi. Koklardı saçlarını kırmızı bir gül gibi.. taze. Sonra yatağa yatırıp saçlarından okşardı bütün gece. O uyusa bile hissederdi okşadığını. Öyle uyuturdu. Bitirmezdi de bütün gece Jane’in güzel beyaz teninde kızıl saçlarını okşardı. Jane de onun yanaklarını, sakallarını okşardı. Bütün gece baktıkları olurdu böyle birbirlerine. Aşkla!.. Sevişmeden. Sadece bakarlardı. Bir daha hiç görmeyecekmiş gibi bakarlardı. Hugh sanki geleceği görmüştü. Gelecekte Jane o yatakta olmayacaktı. Robert’in yanında olacaktı.
Hugh çok romantikti. Jane şarkılar çalardı hep. Şiirler yazardı. Hep onun için.. Onun gözünün içine bakarak çalardı piyano. 

31 Ağustos 2010 Salı

Parlaklık

 Güneşin al, pembe ışıkları ince dalgaların üzerine vuruyordu. Güneşte aynı denizin dalgalarını taklit eder gibi yavaşça batıyordu. Terkediyordu buradaki günü başka yerlerde, başka kişilere doğacaktı artık. Deniz üzgündü çaresizce son dalgalarını vuruyordu gözyaşı gibi.
 Gözyaşları.. Ada'nın gözyaşlarıydı bunlar. Denize bakınca kendini görüyordu. Ağlıyordu dalgalar kıyıda süzülür ya gözyaşlarıda öyle süzülüyordu. Kırkırmızı yanaklarından. Deniz gibi oda kararıyordu. Karamsarlığa ve yalnızlığa bürünüyordu. İçi yanıyordu neden bunları yaşadığını düşündü. Neden dedi kendine neden? Cevap bulamıyordu. Neden bu kadar acı çekiyordu ki? Düşündü sonra O'nun güneş gibi parlayan gözlerini, gökyüzünün kırmızısı gibi dudaklarını.. Napıcaktı şimdi? Güneşi olmadan ne yapacaktı?
 Onu gülümseten, ağlatan, hep yanında olan mutluluğu olmayınca ne yapacaktı? Oturdu serinlemiş kumlara. Kendine ağladı yeniden hıçkıra hıçkıra. Terketmişti onu işte, içindeki aşk terketmişti. Gitmişti güneş gibi oda bakmadan dalgalara, bakmadan gözyaşlarına.
 Yanıyordu kalbi hep içinden tekrar etti onu. Hayır diye bağırdı defalarca. Aklımdan gitme dedi güçsüzce ama artık içindeki cevap vermiyordu ona çok olmuştu çünkü gideli..
 Kumları aldı eline sıktı küçük avuçlarında. Ah o giden ne severdi bu ellerini. Şimdi bırakmıştı ama.. Oda boşalttı kumları elinden yavaş yavaş sonra zaman dedi. Ama geri gelmeyecekti sonuçta.
 Dalganın tek farkı buydu ondan. Güneşi geri dönecekti fakat Ada'nın güneşi dönse bile eskisi kadar parlak olabilecek miydi?

Aşk

Gerçekten söylendiği gibi sihirli midir aşk? Neye benzer yada benzetebilir miyiz aşkı bir şeye? Nerededir peki? Beynimde mi düşüncemizde mi kalbimizde mi yoksa kimilerine göre şeylerinde mi*?
Aşk nedir biliyor musun? "O"nu görünce -sadece görünce değil aslında- "O"na dokununca düşününce arzulayınca öpünce sevince sevişince içinde duyduğun bir çığlıktır.Çığlık!
Bir kuşun kanat çırpışıdır. Bir bebeğin hayata gelişidir; ama aşkı uzun uzun düşününce böyle hissediyorum. Anda başkadır aşk..
Gülüşündür, bir saniyelik bakışındır. Elinin elime dokunuşudur. Dokunuştur aşk. Bir anlık dokunuşta tüylerinin diken diken olması, bir saniyenin milyonda biri bile olsa o anı milyarlarca yıl yaşamaktır. O anı hiç unutmamaktır.
Kimi zaman bir güldür aşk, kimi zaman gözler, kimi kolye, kimi öpücük, kimi koku, kimi ten, kimi cezbetmek, kimi arzu, kimi sevgi... Öff, aşk her şeydir işte. Aşk hayatta sahip olduğun her şeydir.
Sevgiliye dokunmaktır. Onu hissetmektir her an.Güldüğünde dokunduğu an gibi dünyayı yavaşlatmak durdurmaktır. Kendine dönüp bakmaktır. Kendini dinlemek ama kendini düşünmemektir. Karşında o vardır. Onu düşünür, onu yaşarsın. Sen yoksundur. "O" vardır. Aşk vardır. Damarlarında aşk dolaşır. Tenini aşk kaplar. Kokun aşktır. O aşktır ve sen aşksındır.
Hayatın ritmidir. Dinlediğin şarkıdır. Tuttuğun takımdır. Ayıcığındır aşk. Sevdiğin sanatçıdır. Kimi için Bob Marley kimi için Marilyn Monroe'dir.
Herkes farklı yaşar aşkı. Ama o aynı kalmayı evrensel kalmayı başarır. Milyarlarca insan yaşayıp ölse de o hep aynıdır vardır.
Aşk onu sevmek düşünmek her şeyi yaşamaktır onunla. O olmasa bile yaşarsın.Gerek yoktur ona çünkü. Tek sen ve aşkın yetersiniz her şeye. Zihnindedir her şey. Kaydetmişsindir bazı kareleri gerisini aşkın oluşturur zaten. Filmi tamamlar aşk. Düşünürken bile hissedersin onu. Bunu aşk yapar. Karşında durduğunu görürsün, elini tuttuğunu hissedersin. Her şey o kadar gerçektir ki. Gerçeklerine ihtiyacın yoktur. Seni öptüğünü görürsün. Dudaklarının dudaklarında oluşturduğu çöküntüyü.. Bıraktığı tadı tadarsın. Ellerinde ipeksi dokunuşu, öptükten son yüzündeki bebeksi gülümsemeyi görürsün. İçin gıdıklanır. İçindeki kurbağalar ayaklanır. Karnın bir hoş olur kelebekler uçar içinde. Bütün hücrelerin titrer, uyarılır.
Beynin düşüncelerin ve duyguların birlikte çalışır ve ona kilitlenirsin. Aşka kilitlenirsin. Her şeyi yapabilirsin aşk için o an; ama birkaç saniye tadını çıkartırsın, gözlerini kaparsın, elini sıkarsın. Devam eder içindeki aşk. Gülüşlerini kulağında duyarsın. Beyninde kulaklarında yankılanır sonsuza kadar. Nefesini boynunda hissedersin. Ellerini yanaklarında, dudaklarını dudaklarında... Nefesini her hücrende hissedersin; kulaklarında, boynunda, omuzlarında, dudaklarında, gerdanında sırtında göğüslerinde göbeğinde belinde kasıklarında kalçanda bacaklarında... Aşk okşar bacaklarından!
Öyle çok sahiplenirsin ki bu duyguyu benimsin diye haykırırsın. Aşkımsın! Benim aşkım! Bitsin bıraksın istemezsin. Hep kalbinde kalsın bu duygu.
Aşk benim gülüşüm. Aşk benim oksijenim. Aşk benim nefesim. Aşk benim kalbim. İçimdeki çocuğum, bebeğim. Dünyaya çocuk bakışım. Aşk sana bakışım. Kendime tapışım. Aşk arzum. Aşk sevmek, aşk sevilmek. Sevişmemdir benim aşk. Aşk her şeyim her şeyimizdir!