29 Ekim 2010 Cuma

Mutluluk

 

 İnsan uzak diyarlara gitmek istiyor bazen. Hep mutlu olabileceği alemlere. Hayallerine! Rüyalarına değil. -Rüyalarım genelde karmaşık ve zor oluyor oysa ben zorluğu sevmiyorum, mutluluk istiyorum.- Hayallerim olsun. Hayallerimde yaşayayım hep. Kimse olmasın, bende olmayayım. Ne olur ki? Sadece benim olmasını istediğim şeyler olsun. Ben ? "ben" olmayayım. Hiç ben olmayayım. Ama ben olmasam, kendim olmasam mutlu olabilir miyim ki?

28 Ekim 2010 Perşembe

Melek


Çok seviyorlardı birbirlerini ama kavga etmişlerdi yine. Hiç sevmezdi böyle durumları ama kendine de dur diyemezdi. Haksızlığa uğradığında ya da kendini haklı bulduğunda çılgına dönerdi. Zaten minik kızı karnına düştüğünden beri bir duygusaldı. Neden üstüne gelirdi ki o da? Neden kavga ederlerdi? Çok gergindi, kabul ediyordu ama onunda biraz anlayışlı olması lazımdı. Biricik sevgilisinin, biricik eşinin, hayatının.

Nedense onunla hayatını birleştirdiğinden beri hep böyle kavga ederlerdi. Daha tahammülsüz bir adam, bir sevgili olmuştu Andrew. Belki de bir eş olmuştu.

Harika bir evde yaşıyordu. Bebeği olduğunu öğrenmeden önce harika bir mimardı, şimdi ise bebeği için tasarlıyordu, çiziyordu. Harika bir hayatı vardı. Birde şu Andrew’le nedensiz kavgaları olmasaydı. Nedensiz olduğunu biliyordu. Kendi de çok iyi biliyordu ama o an öyle çok üzüyordu ki kendini. Andrew de bile bile üzerine geliyordu Victoria’nın. Andrew biraz rahat ve durumu gayet iyi bir ailede yetişmişti. Annesi ve babası doktor olan bu adam, ailesinin seyahatleri nedeniyle hep tek başına yaşamıştı. Bundan şikayetçi olmamış aksine kendide bu mesleği seçmişti. Victoria ile evlenmeden öncede birlikte yaşamışlardı 3 sene. Evlenmeye hiçbir zaman zorlamamıştı Victoria. Sürpriz olarak göl kıyısında bir ev almıştı Andrew. Victoria’yı oraya götürmüştü. Gözlerini kapamış, evin gölü gören camından dışarıya doğru bakarken gözlerini açmış “Bu evi benim küçük mimarımın dekore etmesini istiyorum.” demişti. Victoria sevinçten çığlıklar atarken boynunda “Benimle evlenir misin?” diye sormuştu. Sevinçten ağlamıştı Victoria, Andrew de öyle tabi. İlk defa ağlarken görmüştü o zaman onu. Zaten sonra hiç ağlamamıştı Andrew. Victoria’nın yalnız ağlamasına izin vermişti.

Şimdi de yalnızdı işte. Yalnız bırakmıştı onu, sinirlenip gitmişti Andrew. Kesin yine arkadaşlarıyla buluşmuştu. Victoria’yı öyle ağlarken bırakmıştı. Karnında minik kızıyla. Yalnız bırakmamıştı aslında, minik kızı bebeği yanındaydı. Onun için güçlü olmalıydı. Ama böyle durumlarda Andrew teselli etmezken yapamazdı ki. Ağladı hep, minik kızıyla ağladı. Bekledi Andrew’i. Büyük salonda uzandı, ağlarken uyuyakalmıştı koltukta. Sabaha karşı Andrew geldi. Victoria hala uyuyordu. Andrew onu fark etti, aldı kucağına yatağına götürmek için. Victoria gözünü araladı. “Özür dilerim” diye fısıldadı Andrew’in kulağına. “Seni seviyoruz” dedi, minik kızıyla kendi adına. Andrew dudak kenarından gülümsedi acıyla, yaptıklarından pişman olmuş gibi. Kısık bir sesle buruk bir “Üzgünüm” dedi. Victoria, “Seni seviyorum” dedi kısılmış sesiyle. “Bende…” diyebildi sadece Andrew.

Yatakta uyuyamadı Andrew. Victoria’yı izledi hep. Eşini izledi, çocuğunun annesini. Bir ara, öğlene doğru uyuyakaldı. Victoria uyandı. Andrew’e doğru baktı, yanındaydı, çok mutluydu şimdi. Andrew elinden tutmuş uyuyakalmıştı. Yanağına minicik bir öpücük kondurdu. Çok hafiflemişti, kendi elleriyle biricik aşkına kahvaltı hazırlamak istiyordu. Bir ağrı hissetti sırtında, kasıklarında. Bebeğini dün çok üzmüştü, ondan da özür dilemeliydi. Özrüne günaydın diyerek başlamak istedi. Elini karnına götürdü. Bir ıslaklık hissetti. Eline bakmak için kalktı ve bir çığlık attı.

Andrew uyanmıştı. Rüyada mıydı hala yoksa gerçek miydi anlayamadı bir an. Bembeyaz yataklarında Victoria kan içerisindeydi ve donmuş bir şekilde bacaklarına, karnına bakıyordu. Beyaz geceliğinin etekleri kıpkırmızıydı. Ağlamaya başladı Andrew. Victoria şoktaydı yüksek sesle ağlıyor bağırıyordu arada nefesi kesildikçe susuyordu. Kızları yoktu artık. Minik bebekleri yoktu. Victoria’yı kan içerisinden çekti çıkarttı biraz daha kenara doğru. Kendine doğru çekti, bacaklarını da karnına doğru. Gözlerini kapattı elleriyle, o eve ilk defa getirdiği an gibi ama bu anda sevinç değil acı vardı. Daha fazla acı çekmemeliydi Victoria. Bir yandan Andrew de ağlıyor bir yandan “Geçecek.”diye bağırıyordu. Geçmeyeceğini biliyordu. “Görme! Yok, görme!”diye bağırmaya devam etti. Victoria’nın kulağına “Ben varım, ağlama”diye ağladı.

 Victoria’nın gözlerini kapamış elleri titriyordu şimdi. Katildi Andrew artık, minik kızının katili. Dün gece birlikte olduğu bir kadının dudakları vardı kızının kanında.

İçimdeki Mürekkep


Hayatım. Hayatım ne benim? Bunu küçümseme olarak sormuyorum. Hayatım aşk mı, sevgi mi yoksa tutku mu? Mutluluk mu, macera mı, heyecan mı? Gülüşüm mü, hüznüm mü? Kimim peki? Aklı karışık bir kız? Kalbi karışık. Hayır. Kendi gayet berrak, hayatın tadını çıkartan bir kız. Bu milyarlık dünyada beklide minicik ama kendi dünyasında tek. Beklide başkasının kocaman bir dünyası. O zamanda minicik bir kız değil, kocaman bir dünya işte. Ama minik tabi. Yazdıkları ne işe yarar.? Sonuçta herkes istese yazabilir. Sadece o mu yazıyor. Hayır. Ama hayata başka bir bakış daha katıyor. Bu bakışın ne önemi var ki aslında. –Hayır, hayır karamsar biri değilim ben- aklımdan geçen bir düşünce bu. Milyarlarcasından biri sadece. Kim bilir hangi tilkiler dolaşıyor kafasında daha. Daha hangi düşünceler, hangi dünyalar var kafasında.

Acısı ne ya da acıları, korkuları..
Yalnız kalmak mı? O bunla başa çıkmıştı. Birini üzmek mi? Daha önce birini üzmedi hiç bildiği kadarıyla, hep üzüldü. Ağlayanı o oynadı. Oynamadı yaşadı aslında. Sevmek mi birini? Sevmekten korkmaz o sever ne pahasına olursa olsun. Belki hayattandır korkusu. Ama bir çok zorlukla karşı karşıya kaldı bu güne kadar. Daha kim bilir ne kadar zorları karşısına çıkacak. Göğsünü gere gere bekler o.  Yani ben, yani içim. Korkmak! Korkmam belki de.. Çok sevdiğimi kaybetmekten korkarım. Evet evet, hayattaki en büyük acımda bu olmalı. Çok sevdiğimi kaybetmekten, kendimden çok sevdiğimi kaybetmekten korkmak! Gözlerindeki güzelliği görememekten korkarım. O yüzden çok severim hep, çok bağlanırım. Sonrada ağlayanı ben oynarım tabi. Ağlayan olurum. Şikayet ederim tabiî ki. Hayat beni de köreltiyor böyle. Mutsuz ola ola mutluluğun tadına varamıyorum bazen. Mutsuzluk, hüzün arıyorum. Hâlbuki biraz zevkini çıkarsam, düşünmesem bu kadar çok.

Hak ettim mi diyorum. Bu kadar gözyaşına değer mi hayat? Sonuçta benim hayatım. Severim, sevmem. Ağlarım, gülerim. Bu böyle. Bizim tercihimiz ama bazen tercih yapamıyoruz işte kader bu olmalı. Kader, benim bu güne kadar ağladıklarım sonra daha güçlü ayağa kalkabilmem.
Mutluluk benim için değişebilen bir kavram. Bazen sevgili mutluluk, bazen para, bazen minik bir gülümseme, bazen önemsenme. Bazen sadece hayatta var olabilme bu kadar şeye rağmen. Gelecek hedeflerim bazen de. Ne kadar değişse de hedeflerim. Her an değişiyorlar zaten. Milyarlarca kerede değişecekler kafamla ne kadar düşünce varsa.


Hayatımda hep var olmanı ve sevgiyle, sevginle yaşamam dileğiyle.

26 Ekim 2010 Salı

Şevk

Sensiz yine günlerim geçiyor bir tanem. Günlerim, gecelerim geçiyor. Sen yoksun yatağında, benim yanımda yoksun işte. Sensiz nefes alıyorum, sensiz devam ediyorum hayata. Zor oluyor ama oluyor becermeye çalışıyorum. Sensiz yemek yiyorum, sensiz uyuyorum, sensiz yazıyorum ama “Seni yazıyorum.” Çok özlüyorum geleceğin zamanı. Yoksun sen daha ortada. Olmadığın içinde kışımı yaşıyorum. Dondu vücudum, devriliyorum her geçen gün. Ne zaman yıkılacağım hiç bilmiyorum. Tek dileğim sen, tek isteğim sensin. Doğum günleri, yılbaşları, her gün ama her gün seni diliyorum.

Uykum geliyor sensiz yine ama sana olan duygularım canlanıyor. Uyumak istiyorum seninle. Hep hayallerimdesin ama gerçekten yanıma gelmeni istiyorum artık. Uyurken sadece yanımda olmanı istiyorum. Sadece yanımda ol. Elimi tutma, dokunma bana. Sadece yüzüme bak. –Ah! O yüzü nasılda bekliyorum.- Elim uzansın sana dokunamayım. Sanki aramızda cam varmış gibi. Elim uzansın sana doğru, seninde elin bana uzansın.. yan yana aynı yatakta. Bir santimlik aramızda nefesini hissedeyim tenimde. Dudaklarını net görebileyim. Ellerimiz uzansın ama dokunamayalım. Korkalım dokunursak görüntümüz kaybolur diye. Sonra topla bütün cesaretini. İlk sen dokun. İlk sen! Ellerimiz değsin birbirine. Tenimiz değsin. Sımsıkı sarılalım bir ömrün hasreti gibi. Kışımın dinmesi, yazımın gelmesi, ilk filizlenen tohumum gibi. Aşk gibi.. tutku gibi.

Ellerim omzunda, sırtında dolaşsın ve saçlarında. Saçlarım omuzlarında. Ah o teninin sıcaklığı, ellerinin sıcaklığı yayılsın tüm bedenime. Yanaklarımdan sırtıma ısınayım, terleyeyim. Yanayım seninle. Senin için! Aşk ile yanayım.
Dudakların yaksın beni, dudakların söndürsün!
Yanıyorum sana…

Şeytan


Sevmek, ağlamak deli gibi, senin için ağlamak. Siyah saçların için ağlamak. Ağlamanın seni geri getiremeyeceğini bilmek. Çaresizlikten, kızgınlıktan, öfkeden, aşktan ağlamak. Kıskançlıktan bağırmak. Gözlerinin içine baktığımda kendimi görememenin vermiş olduğu çaresizlik bu. Ama yinede o gözlerde olmak, karşında olabilmek.

Saçlarını okşayıp, yüzüne bakabilmek. Yanaklarından sımsıkı sıkıp güzel bordo dudaklarından öpmek.

Kahretsin! Şimdi? Şimdi ne? Şimdi ne oluyor!? Senin o süt tenini kim sarıyor? Kim kim kim! Kim okşuyor saten sırtını. O saçlarını kime savuruyorsun. Hayrandım evet hayrandım. Hayatımdın. Görebilmemdi gözlerin, kokun nefesimdi, tenin dokunuşum, dudakların kalp atışımdı. Dudaklarındaki her çatlak kalbimin duruşu sonra tekrar atışıydı. Elimi tutuşun ölüşümdü sonra tekrar dirileceğim. Gülümseyişin hayatta var olma amacımdı.

O bakışların işte o bakışlar, masum bakışlarındı beni sana çeken. Bir günaha çağıran bakışların, masum bir şeytandı gözlerin. Şeytanın ince işi, sanatı, cezp edişi vardı gözlerinde. Ah ! o siyah gözlerin. Siyah göz olmazdı hani? Ama sende siyahtı o gözler. Ateş siyahı gözlerin, beni çekiyor. Gözlerinin içindeki alev çekiyor.

Dudakların! Minik dudaklar. Sustuğunda bile o dudaklar benimle konuşuyorlardı. Kulağıma değil ama gözlerime hoş şeyler söylüyorlardı. Hep bordo, doğal, örtüsüz dudakların bir gram boya yok, bir milim örtü yok üzerinde, bana bir o kadar makyajlı ve çekici geliyordu.

Teninin yumuşaklığı ipek gibi demiştim. Bembeyaz süt gibi berrak, siyah saçlarının altında. Sen benim için siyah saçlı, siyah gözlü minik rus kızımdın. O millette tektin işte. Ah benim miniğim.

Minik bedenlim, minik dudaklım, minik gözlüm, minik elli, minik tırnaklı sevgilim benim. Gözlerimi ayırmadan bakardım sana. Tamam, arada gözlerimi kapadığımda olurdu ama kapasam bile seni düşünürdüm ben.

 Birlikte gülerdik, bana gülerdin. Benimle ağlardın, ben teselli ederdim seni öper koklardım. Bana sarılırdın üzülünce. Benim kollarımda ağlardın. Gözyaşların yanaklarıma göğsüme dökülürdü. Benimle uyurdun sen. Benim elimi tutarak uyurdun. Geceleri kötü bir rüya görünce ben sarılırdım sana, ağlayarak uyandığında ben öper okşardım, sustururdum ve yine uyuturdum seni. Yanımda güvendeydin, beni çok severdin. Hem de çok. Sen öperdin beni. Yanaklarımdan tutup aşkla öperdin. Sımsıkı kavrardın sonra o dudaklarındaki minik çukurcuklara kadar bastırırdın. İçimdeki şeytanı uyandırırdın. Cezp ederdin beni. Şimdi kimi cezp ediyorsun? Yapabiliyor musun? Ben oluyor muyum aklında. Seni çok seven ben. Kalbi senin için atan ben. Onunda kalbi senin için atıyor mu? Söyle! Küçük kalbin için atıyor mu?

25 Ekim 2010 Pazartesi

Marilyn'in Kayıt Günlükleri

Hayatımda yaptığım onca yanlış ve güzel şeylerden sonra bir kez daha güzel bir şey yaptığım için çok mutluyum. Seni tanıdım ; küçük , sevimli kızı !!
Akşamları beni yalnız bırakıp uyusanda mesaj atar hissiyadıyla hep telefondaydı elim .Sabah uyandığımda ise gelen mesajı gördüğümde ki mutluluk , anlatılamayacak kadar heyecanlı ve mükemmel .Daha yeni başlıyoruz evet .
Yeni ama mükemmel bir başlangıç.Böyle devam etmesini istiyorum . Herzaman olduğu gibi tatlı sıcak ve heyecanlı . Hayatıma girer girmez öğrettiğin yeni şeyler kendimi bulmamı sağladı .Son olarak hoşgeldin diyorum.
Hayatıma hoşgeldin ve iyi ki geldin ..
Tatlı ve küçük kız çok seviliyosun ..

23 Ekim 2010 Cumartesi

Çocukluk iksirim


Gözlerin boncuk gibi bakıyor; mavi boncuk. Aynı bilyelerimiz gibi. Hep mavi bilyeyi seçerdin ya. Aynı benim gibi benimde boncuk gibi; kahverengi boncuk ama. İleride ne kim olacağımız umurumda değil hep yanımda ol istiyorum. Hep aralık minik dişlerimiz olsun, boncuk gözlerimiz olsun. Dil çıkartalım birbirimize. Rahatça el ele tutuşalım ama öp bakalım arkadaşını dendiğinde utanalım, yanaklarımız kızarıversin. Sonrada minicik bir öpücük konduralım yanağına. Sen yine iki kuyruk olan kıvırcık saçlarımı boz benim, ben ağlayayım. Annelerimizden korkalım. Bana vurduğunda canım acırda ağlarsam “gel sende bana vur” diyebilelim. Ödeşelim diyelim hep. Tırnaklarını yiyince sana kızabileyim, saçlarını çekebileyim. Barbilerimi beğenmeyince yine kafalarını kopart, anneme bağırayım yine bu salak bebeğimin kafasını koparttı diye. Ağlayayım sende kafasını yerine tak al eskisi gibi oldu de. Arabaları seviyorsun diye yine hep arabalarla oynayalım ama büyüyünce gerçekleri olsun. Yine savaşçılık oynayalım. Plastik kılıçlardan öleyim ben sen üzül sonra canlanayım şaka şaka diyebileyim. Gizli karışımlar yapalım yine.. Sonsuzluk karışımı, iksirler işte. İyileştirici iksir, mutluluk iksiri, şans iksiri, dostluk iksiri. Bunlara inanalım. Bizden başka kimse bilmesin, saklayalım. İçine her türlü zerzevatı kattıktan sonra diş macunu dahil içirmeye çalış bunu bana yine. Yine “Zeyna” oynayalım playstationda. Bana şeker alınınca kıskan ya da sana alırlarsa ben kıskanayım, bana da aldır.
 Sen gülümse bende dil çıkartayım. Hep böyle çocuk olalım. Bitmesin horoz şekerimiz.*

5 Ekim 2010 Salı

Şarap

*Bayan
-Bay

*Oturmuştu soğuk evinde. Hep ona soğuk gelirdi zaten. Üşürdü. Hiç ısınmazdı küçücük elleri, ayakları. Şömineyi yaktı her zaman ki gibi. Onun hakkında yazdığında hep bunu yapardı. Onun verdiği ısıyı versin diye. Odanın ortasındaki yemek masasına oturdu. Ev zaten küçüktü. Aynı onun elleri gibi. Yeni odun atmasına rağmen şarabını alıp masanın başına oturuncaya kadar sıcaklık yüzüne vuruyordu. Eski kağıtları çıkardı. Bunlar özeldi, onun içindi. Onun gibi eskiydiler. Onun kadar geride kalmış bir o kadar özel. Daldı ateşe, uzun uzun alevlerle bakıştı. Onun gözlerini görünceye kadar bakıştı. Sonra bir damla yaş bu hasır kağıtlara damladı her zaman ki gibi. İlham gelmişti işte.. Bir damla yaş!
Yazdıkları da gözlerinden dökülen gözyaşları gibi döküldü dilinden kalemine, oradan da kağıda sanki onu yaşarmış gibi. Evet, bu yaşamaydı işte. Gerçek his buydu.
Ateşin sıcaklığında o vardı. Tenini ısıtan onun teniydi. Gözlerindeki alev aşktı işte. Onun aşkıydı. Gözyaşları… Gözyaşları dilinden Onun yüzüne söyleyemediği sözlerdi, kağıda akması gibi. Onun için yazdıkları da öyle. Kalbinin bir yansımasıydılar. Bu kadar sene kalbinde saklı bir bahçe. Özene bezene baktığı çiçekler duygularıydı. Oda o bahçenin en güzel çiçeği. Ya da en yabanisi evet evet yabani! Papatyasıydı onun. Sıradan işte. Beyaz taçlı, kendi güzelliği temizliği ile sarı ortalı güzel papatyası.
Bunları yazarken şarabının bittiğini fark etti. Ancak o zaman fark etmişti dışarıda gök gürlediğini, gözyaşları gibi yağdığını duraksız. Küçük mahzenine indi aşağıya. Soğuk hava onun dudakları gibi çarptı, karşıladı onu. Nefesi kesildi. Onsuz neden böyleydi? Söyleyememişti bunları ona.. şarabını aldı nadir eski Petruslardandı. Oda severdi, karşılıklı içme fırsatı olmuştu sonrası da olmuştu ama…
Bütün gece şarap içmişler ve onun yazmasını izlemişti nefesi kesik bir biçimde ve sonrası ona acı vermişti.
Odaya girdi bu seferde sıcaklık O’nun teni gibiydi. Sarılması gibi.*




-Onun küçüğü. Çok sevmişti onu. Çok! Neden yalnız bırakmıştı, neden gitme diyememişti, neden sevdiğini söyleyememişti. Her an onu yaşıyordu. Sıcakta, soğukta o aklına geliyordu. Plağında, bilgisayarında, yatağında, teninde, saçında, evinde o vardı. Ama bir kere bile sarılamamıştı ona doya doya. İçtiği, şarap bardağı seneler öncesinden karşısındaydı. Ruj izi de dahil. Kırmızı ruju. Toz olmuş, parmak izleri olan bir bardak. Plağının yanındaydı. Ne el değdirirdi ne de kendi dokunurdu. Sadece bakardı. Aşkıydı o bardak. Yazdıkları ve o bardak aşkının kanıtıydı. Yazdıkları değildi aslında, bir defa yazdı onun için. “O gece” birlikte karşılıklı şarap içtikleri gece. Kırmızı şarap ve onun kırmızı ruju. Aklından silinmeyen kare.. kırmızı dudakların şarapla öpüşmesi. O şarap olup içine akmıştı. Damarlarında dolaşmıştı, kalbine gitmişti. Kalbinde kendini aramıştı ve kendini bırakmıştı. O gece neden reddetmişti o kırmızı dudakları, neden sevişmemişti onlarla. Aşkla öpüp durmuştu. Tenine dokunamamıştı. Elini yanaklarına götürüp kalamamıştı öyle. Dokunamamıştı soğuk yanaklarına.
Ellerine dokunmuştu ama. O minik elleri. Kırmızı ojeleri. Kimi yerde harika kimi yerde soyulmuş. Isıtmıştı ellerini. Sımsıkı tutmuştu. Öpmüştü şarap dudaklarından ama sonra gitmişti karanlığa gitmişti. Sonra onun her yüzüne baktığında dudakları yanmış kendine karşı koymaya çalışmıştı. Onun gitmesine izin vermişti. Uzaklara.. Çokta değil. Birkaç yüz bin mil uzağa. Biliyordu. Onsuz yapamıyordu o da kendiside. Dur dememişti. Arkasından bakmıştı giderken yalnızca. Herkesi öptükten sonra kendisine geldiğinde yüzüne gülümseyip elini sıkmasına izin vermişti. Şimdi o, onsuz senelerdir yalnızdı orada. Hep yağmurlu kasabada.
Şimdi neden bunları diyordu? O gece yazdığı yazıyı bulmuştu çünkü. Hasır bir eski kağıda karşısında o kırmızı rujlu dudaklar varken. Cümlelerini okurken gözyaşları süzüldü. “ o kırmızı ruj benim, tırnaklarındaki kırmızı oje, yudumladığın kırmızı şarap, damarlarında dolaşan kan benim. Dudaklarından kalbine akmak istiyorum. Benimle kal istiyorum.elimi tut ve hep öyle kal. Sana bağlanıyorum…
Hatırladı, bunu yazdıktan sonra kalkmış onu da kaldırmış onun şarkısını açmıştı. Dansa kaldırmış, o kollarında omuzlarına dayanmış gözleri kapalı dans ederken, onun başını kaldırmış o kırmızı rujundan öpmüştü. Ruju yoktu. Şaraptan incelmiş ruj dudaklarında tamamen kaybolmuştu öpüşüyle. Yalnızca dudakları vardı, çıplaktı, üzerinde bir örtü yoktu. Her hattını hissetti dudaklarının, elini tuttu. Ve sonra kendi evinden çıktı. Onun gitmesini bekledi. Ama o gitmedi orada kaldı. Onun yatağında yattı. Kırmızı rujlusu onun yatağındaydı. Ağlamış, siyah rimelleri akmıştı. Çok belliydi, eve geldiğinde karşısına bir sandalye çekip sabaha kadar izlemişti onu. Kırmızı dudaklarını, kendi kadar kırmızı dudakları. Yine aynı sayfada şunları buldu. “ Uyurken ne kadar da anlamlısın. Kırmızı rujun yok, rimellerin yok, çıplaksın. Beni bekliyorsun. Kalbin, ruhun bana yalvarıyor. Dudakların bana bağırıyor çığlık çığlığa ama gelmeyeceğim, gelemem…” sonra sabahın ilk ışıklarıyla ondan önce uyanmış baş ucuna bir kırmızı gül koyup evden çıkmıştı.
Geldiğinde yoktu gülüyle birlikte ve bir ay içinde de gitmişti ondan uzaklara. O bir ayda hiç aramadı onu. Bütün aramalarını cevapsız bıraktı. Gönderdiği mailleri gözyaşlarıyla okuyup silmişti bir daha ağlamamak için. Onunla mutlu olabilirdi. Her gece karşılıklı şarap içip dudaklarıyla sevişebilirdi. Ama o gitmesine izin verdi.
Elinde tuttuğu kırmızı rujlu bardağı fırlattı masaya doğru. Parçaları hasır kağıdına dağılmıştı.




*Oturdu sandalyesine, şarabından bir yudum aldı. Ateşe baktı yine onsuz bir gün daha geçiriyordu. Cevapsız çağrılar, cevapsız mailler.. Sadece giderken bir gülümseme.
Dışarıda gök gürüldedi. İrkildi birden. Kırmızı battaniyesini almak için içeri gitti. Geldiğinde yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Sarındı onunla, bir cam kutuda sakladığı gülüne gözü takıldı. Gitti ona doğru, şöminenin üzerinde cam bir kutunun içerisindeydi. Tek bir gül.. Rengi kırmızıdan bordoya dönmüştü. Soğuktan soğuyan dudaklarına benziyordu.
Kapının çalınmasıyla birden irkildi. Cam kutuyu elinden düşürdü. Parçalar ayağına gelmişti. Parmak arası terliğinden ve çoraplarından hemen kurtuldu. Hem üşümenin verdiği ayaklarının buz kesmesiyle hem de kapının çalınmasının verdiği bir sinirle parmak uçlarında koşarak gitti kapıya. Tek derdi kırık parçalar arasından gülünü sağ salim çıkartmasıydı. Kapıyı açtı üzerinde kırmızı battaniyesi parmak uçlarında, yalın ayak parmaklarındaki kırmızı ojeleriyle.


Karşısındaydı. Sırılsıklam karşısındaydı. Yağmurdan ve bahçenin girişindeki motordan olsa gerek her tarafı ıslaktı ve ağzından şu sözler döküldü. “ Sana bağlanıyorum.” Bundan sona öptü bordo dudaklarından romantik adam. Soluksuz öptü. Kırmızı ojelide onu aynı aşkla battaniyesine sararak içeri aldı. Kalbine aldı…